9/27/2008

* III. Napolyon ve Ahmet Vefik Paşa

Fransa Kralı III. Napolyon'un, Paris'te Osmanlı Devleti Büyükelçisi olarak bulunan Ahmet Vefik Paşa ile konuşması esnasında bir ara alaylı bir şekilde
"Sen kendini Yavuz Sultan Selim'in elçisi mi zannediyorsun?" demesi üzerine Ahmet Vefik Paşa da büyük bir hazır cevaplıkla lafı gediğine koyar:
"Öyle olsaydım, siz Fransa'da imparator olarak bulunamazdınız"

9/26/2008

* Soyua İhanet Edenin Sonu

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafet yapmış, Kuşlar
Çarşısı'nı geziyormuş.


Avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli,
güzelim kuşları satıyorlar.


Bir ara gözü kekliklere ilişir padişah'ın.


Bir grup kekliğin üzerindeki varakta, "Tane işi satış fiyatı 1 altın"
yazıyor.


Hemen yanı başlarında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha var
ki, fiyatı; 300 altın.


Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılır.


"Hayırdır" der satıcıya, "Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1
altın, bu 300 altın?"


Satıcı, "Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun
ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor"
diyor."Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat
avlıyorlar" diye ekliyor.


"Satın alıyorum al sana 500 altın..." Diyerek.


Parayı veriyor; hemen oracıkta kekliğin kafasını kesiyor.


Adam şaşırıp, "Ne yaptınız, en maharetli kekliğin kafasını koparttınız,
yazık değil mi" diye dövünürken;


Padişah gürler:


"Kendi soylarına ihanet edenlerin sonu er geç böyle olur!."

8/30/2008

.../////...

İdam cezası kalkana kadar, bu ülkede, kimi haklı kimi haksız, pek çok insan asıldı. İstiklâl Mahkemeleri’nin astığı insan sayısı ise hâlâ tam olarak belirlenememiştir. Ancak Cumhuriyet döneminin meşhur celladı Kara Ali (Nedendir bilinmez, Menderes’i asan cellat dahil, bildiğim tüm cellatların adı “Kara Ali”dir) 3 Mart 1931 tarihli Son Posta Gazetesi’ne verdiği röportajda, “12 yıl içinde 5 bin 216 kişiyi sallandırdırdığı”nı iftiharla belirtmiştir. İbret ve dehşet!

-

Görebildiğim kadarıyla bazıları idamlar konusunda bile ayırımcılık yapıyor. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamları söz konusu olduğunda “ah vah” edenler, defalarca seçim kazanmış siyasetçilerin siyasi kararları sebebiyle idamlarına vesile olan askeri darbeyi yüceltmekle hiç beis görmüyorlar. Ayrıca da, “Şartlar tamam olunca ihtilal meşru olur” hezeyanını savurup gidiyorlar. Aynı yaşlarda asılan ülkücüleri ise nefretle hatırlıyorlar. Bu bir tarafa, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın suçsuzluğuna inanmamızı istiyorlar.

O dönemi yaşamış biri olarak bunu kabul etmem mümkün değil.

6 Mayıs 1972'de, Ankara Cebeci Sivil Kapalı Cezaevi'nde idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, ülke çapında terör estiren, banka soyan, banka soymayı değil kurmayı suç sayan, devletin güvenlik kuvvetlerine kurşun sıkan (kurşunların isabet etmemesi ayrı bir konudur), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) kurucu ve yöneticileridir.

Bu örgütün militanları defalarca banka soymuş, polisle, askerle defalarca çatışmış, silahlı dağ kadroları oluşturmuş, üniversiteleri işgal ve tahrip etmiş, kısacası silah zoruyla anayasal düzeni değiştirmeye çalışmıştır. Yani suçludurlar. Yine de idam cezası verilmemeliydi. Bu ne kadar yanlışsa, onları mazlum ve mağdur göstermek de o kadar yanlıştır.

Bu çocuklar, halkın ve işçinin yanlarında yer alacağına dahi inandırılmışlardı. Bazıları bugün siyasi parti, gazete, televizyon yöneticiliği yapan ağabeyleri tarafından sözün tam manasıyla kandırılmışlardı.

Asıl onların yargılanması gerekirdi, ne var ki böyle bir hukuk yoktur.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve diğerleri çok genç ve toydular. Çoğu samimi ve dürüst gençlerdi. Gençlik heyecanları ve tecrübesizlikleri kullanıldı. Sırtlarına birilerinin bastığını, üzerlerinden iktidar hesapları yapıldığını, komünist darbeler planlandığını, kısacası acımasızca kullanıldıklarını hiçbir zaman fark edemediler.

İnanırlarsa kazanacaklarını zannettiler. Halkın kıblesini, yürek pusulasını hesaba katmadılar. Çünkü beyinleri fena halde yıkanmış, çok kötü biçimde kandırılmışlardı. Bildik bazı isimler onların hayatları üstüne kumar oynadı. Hayatlarını kaybettiler. İşin en dramatik, en acınası boyutu ise sehpaya giden gençlerin dini telkin kabul etmemeleriydi. Çünkü herhangi bir dine değil, sadece Marksizm-Leninizm’e inandırılmışlardı. Son sözleri de buna paralel oldu.

Deniz Gezmiş: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!.. Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun emperyalizm!” diyerek öldü.

Yusuf Aslan: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm!” diye bağırarak öldü.

Hüseyin İnan ise, “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı (Marksizm-Leninizm bayrağını) bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum” derken, “sosyalist devrim”in gerçekleşeceğine kuşkusuz hâlâ inanıyordu. Bayrağı devrettiği halkın yüzde elliye yakının AKP’ye oy vereceğini elbette bilemezdi. Çünkü halkı okuyamayacak kadar toydu. Son cümlesi: “Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm!” oldu. Boşu boşuna öldüler.

Bir de “ötekiler” vardı: Ülkücü gençler. Onların hikâyesini İrfan Sönmez’in Vakit’teki yazısında okuyunca sarsıldım.

“Bugün” diye başlıyor yazı, “Selçuk Duracık ile Halil Esendağ’ın idam edilmelerinin 25. yıldönümü…”

Ve idamı kesinleşen gencecik cezaevi arkadaşlarını anlatmayı şöyle sürdürüyor:

“Halil her zaman olduğu gibi metindi, hiç ceza almamış gibi ölümle dalga geçiyordu: “Bize devletin verdiği kefenlerle asılmak istemiyoruz. Onlar torba gibiymiş. Bize kollarımız dışarıda kalacak şekilde, rahat can çekişeceğimiz iki kefen yaptırın” dedi.

Konuşa konuşa mahkemeye geldik. Ellerimiz birbirine bağlı olduğu için yan yana sandalyelere oturduk. “Nasıl sehpaya gitmeyi düşünüyorsun” dedim, “Slogan atacak mısın?”

“Hayır” dedi, “Slogan atmayacağım, Allah’a giderken slogan atılmaz. Ama namazımı kılacak, duamı yapacak, tekbir getire, getire gidip sehpaya çıkacağım. Kelime-i şahadet getirdikten sonra sehpaya tekmeyi kendim vuracağım ama, intihar olur mu diye tereddüt ettiğimden bu işi cellâda bırakacağım.”

“Peki nasıl bir gecede asılmak istersin?” dedim.

“Yağmurun hafif çiselediği bir gecede asılmak isterim” dedi.

“Asıldığı gece yağmur çiseliyordu.”

6/08/2008

* Rahat Uyku

Rusya'nın istekleri karşısında Padişah II. Mahmut, Divan şairi Keçeci zade İzzet Molla'nın fikrini öğrenmek ister. Keçeci zade, düşüncelerinin yer aldığı bir tasarıyı Padişaha sunar. Bunun sonucunu öğrenmek amacıyla da sık sık saraya gidip gelir. Yine bir gün böyle bir maksatla saraya geldiğinde, cahil olan Kızlar ağası ona şöyle der:
"Molla Efendi, o Rus Çarı'na tacı biz vermedik mi? Sen niye endişe ediyorsun ki;
padişahımız ondan tacı almasını da bilir."
Adamın bu tavrı karşısında, İzzet Molla, ellerini havaya kaldırıp şöyle dua eder:
"Allah'ım, şu adamın aklını bir gece olsun bana versen de, hiç değilse rahat bir uyku uyusam."

* Atılan Taşlarla

Keçeci zade Fuat Paşa; ileri görüşlü ve yenilikçi birisiydi. Onun yaptığı bazı işler kimilerince
beğenilmezdi. Bu yüzden hasımları onu sık sık eleştiri yağmuruna tutarlar, hakkında ileri geri
konuşurlardı. İstanbul sokaklarını bir ara yer yer kaldırımlarla süslemesi de ayrıca hakkında
dedikoduların çıkmasına neden oldu. Bir gün devletin ileri gelenlerinden biri ona:
"Paşa Bey bu kaldırımlar neyle yapıldı?" diye sorduğunda Fuat Paşa gecikmez :

"Bize atılan taşlardan yapıldı."

* Sana Gelen ...

Padişah III. Ahmet, günün birinde yanında bulunan adamlarından birine şöyle der:
"Musiki bana, Cennet kapısı açılırken çıkan ses gibi geliyor."
Adam, Padişahın gözüne girmek için:
"Aman Hünkârım, musiki bana da aynı şeyi hatırlatıyor," der.
III. Ahmet, kendisine yaranmak gayesi ile kılıktan kılığa giren adamı hemen susturuverir :

"Sana gelen Cehennem kapısı kapanırken çıkardığı gıcırtıdır."

* III. Mustafa'nın Talaş ve Telaşı ..

Sultan III. Mustafa 'telaş' ile 'talaş'ı birbirine karıştırırmış. Her zaman 'talaş'a 'telaş'a da 'talaş' dermiş.
Kendisini bu hususta uyarmak istemişler; ama buna kimse cesaret edememiş.
Saraydakiler uygun bir şekilde bu konuda Padişahı uyarmayı planlıyorlarmış.
Bu sırada Padişahın Nedimi: "Ben bu işi hallederim, siz merak etmeyin; ama bana bir hafta müsaade edin.
Eğer beni Padişahımız soracak olursa, 'Bir kaza geçirdi, evi yanıyordu, kendisi kurtuldu kurtulmasına ya biraz rahatsız. Birkaç güne kadar gelir,' deyin," demiş. Ve Nedim bir hafta sonra saraya gelip
Padişahın huzuruna çıkmış. Padişah:
"Geçmiş olsun, bir kaza geçirmişsiniz, anlat bakalım nasıl oldu?" diye sormuş.
Nedimi, planını şöyle uygulamaya koymuş:
"Refikam bir gün patlıcan kızartmaya başlamış. Talaşları yığarak tutuşturmuş.
Talaşlar birden alev alınca hanımı bir telaş almış ki, sormayın. Ne yapacağını bilemez olmuş.
Talaşlar yanınca bizimki telaşlanmış, bizimki telaşlandıkça talaşlar alevlenmiş.
Neyse efendim, alev alev talaş, bizim hanımda ise yine öylesine bir telaş ki..."
Padişah Nedimin sözünü keserek şöyle demiş:
"Canım, hanımın o kadar talaş etmeseydi, telaşlar bu kadar tutuşmazdı ki."