9/27/2008

* III. Napolyon ve Ahmet Vefik Paşa

Fransa Kralı III. Napolyon'un, Paris'te Osmanlı Devleti Büyükelçisi olarak bulunan Ahmet Vefik Paşa ile konuşması esnasında bir ara alaylı bir şekilde
"Sen kendini Yavuz Sultan Selim'in elçisi mi zannediyorsun?" demesi üzerine Ahmet Vefik Paşa da büyük bir hazır cevaplıkla lafı gediğine koyar:
"Öyle olsaydım, siz Fransa'da imparator olarak bulunamazdınız"

9/26/2008

* Soyua İhanet Edenin Sonu

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafet yapmış, Kuşlar
Çarşısı'nı geziyormuş.


Avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli,
güzelim kuşları satıyorlar.


Bir ara gözü kekliklere ilişir padişah'ın.


Bir grup kekliğin üzerindeki varakta, "Tane işi satış fiyatı 1 altın"
yazıyor.


Hemen yanı başlarında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha var
ki, fiyatı; 300 altın.


Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılır.


"Hayırdır" der satıcıya, "Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1
altın, bu 300 altın?"


Satıcı, "Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun
ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor"
diyor."Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat
avlıyorlar" diye ekliyor.


"Satın alıyorum al sana 500 altın..." Diyerek.


Parayı veriyor; hemen oracıkta kekliğin kafasını kesiyor.


Adam şaşırıp, "Ne yaptınız, en maharetli kekliğin kafasını koparttınız,
yazık değil mi" diye dövünürken;


Padişah gürler:


"Kendi soylarına ihanet edenlerin sonu er geç böyle olur!."

8/30/2008

.../////...

İdam cezası kalkana kadar, bu ülkede, kimi haklı kimi haksız, pek çok insan asıldı. İstiklâl Mahkemeleri’nin astığı insan sayısı ise hâlâ tam olarak belirlenememiştir. Ancak Cumhuriyet döneminin meşhur celladı Kara Ali (Nedendir bilinmez, Menderes’i asan cellat dahil, bildiğim tüm cellatların adı “Kara Ali”dir) 3 Mart 1931 tarihli Son Posta Gazetesi’ne verdiği röportajda, “12 yıl içinde 5 bin 216 kişiyi sallandırdırdığı”nı iftiharla belirtmiştir. İbret ve dehşet!

-

Görebildiğim kadarıyla bazıları idamlar konusunda bile ayırımcılık yapıyor. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamları söz konusu olduğunda “ah vah” edenler, defalarca seçim kazanmış siyasetçilerin siyasi kararları sebebiyle idamlarına vesile olan askeri darbeyi yüceltmekle hiç beis görmüyorlar. Ayrıca da, “Şartlar tamam olunca ihtilal meşru olur” hezeyanını savurup gidiyorlar. Aynı yaşlarda asılan ülkücüleri ise nefretle hatırlıyorlar. Bu bir tarafa, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın suçsuzluğuna inanmamızı istiyorlar.

O dönemi yaşamış biri olarak bunu kabul etmem mümkün değil.

6 Mayıs 1972'de, Ankara Cebeci Sivil Kapalı Cezaevi'nde idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, ülke çapında terör estiren, banka soyan, banka soymayı değil kurmayı suç sayan, devletin güvenlik kuvvetlerine kurşun sıkan (kurşunların isabet etmemesi ayrı bir konudur), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun (THKO) kurucu ve yöneticileridir.

Bu örgütün militanları defalarca banka soymuş, polisle, askerle defalarca çatışmış, silahlı dağ kadroları oluşturmuş, üniversiteleri işgal ve tahrip etmiş, kısacası silah zoruyla anayasal düzeni değiştirmeye çalışmıştır. Yani suçludurlar. Yine de idam cezası verilmemeliydi. Bu ne kadar yanlışsa, onları mazlum ve mağdur göstermek de o kadar yanlıştır.

Bu çocuklar, halkın ve işçinin yanlarında yer alacağına dahi inandırılmışlardı. Bazıları bugün siyasi parti, gazete, televizyon yöneticiliği yapan ağabeyleri tarafından sözün tam manasıyla kandırılmışlardı.

Asıl onların yargılanması gerekirdi, ne var ki böyle bir hukuk yoktur.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve diğerleri çok genç ve toydular. Çoğu samimi ve dürüst gençlerdi. Gençlik heyecanları ve tecrübesizlikleri kullanıldı. Sırtlarına birilerinin bastığını, üzerlerinden iktidar hesapları yapıldığını, komünist darbeler planlandığını, kısacası acımasızca kullanıldıklarını hiçbir zaman fark edemediler.

İnanırlarsa kazanacaklarını zannettiler. Halkın kıblesini, yürek pusulasını hesaba katmadılar. Çünkü beyinleri fena halde yıkanmış, çok kötü biçimde kandırılmışlardı. Bildik bazı isimler onların hayatları üstüne kumar oynadı. Hayatlarını kaybettiler. İşin en dramatik, en acınası boyutu ise sehpaya giden gençlerin dini telkin kabul etmemeleriydi. Çünkü herhangi bir dine değil, sadece Marksizm-Leninizm’e inandırılmışlardı. Son sözleri de buna paralel oldu.

Deniz Gezmiş: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!.. Yaşasın işçiler, köylüler. Kahrolsun emperyalizm!” diyerek öldü.

Yusuf Aslan: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm!” diye bağırarak öldü.

Hüseyin İnan ise, “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı (Marksizm-Leninizm bayrağını) bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum” derken, “sosyalist devrim”in gerçekleşeceğine kuşkusuz hâlâ inanıyordu. Bayrağı devrettiği halkın yüzde elliye yakının AKP’ye oy vereceğini elbette bilemezdi. Çünkü halkı okuyamayacak kadar toydu. Son cümlesi: “Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm!” oldu. Boşu boşuna öldüler.

Bir de “ötekiler” vardı: Ülkücü gençler. Onların hikâyesini İrfan Sönmez’in Vakit’teki yazısında okuyunca sarsıldım.

“Bugün” diye başlıyor yazı, “Selçuk Duracık ile Halil Esendağ’ın idam edilmelerinin 25. yıldönümü…”

Ve idamı kesinleşen gencecik cezaevi arkadaşlarını anlatmayı şöyle sürdürüyor:

“Halil her zaman olduğu gibi metindi, hiç ceza almamış gibi ölümle dalga geçiyordu: “Bize devletin verdiği kefenlerle asılmak istemiyoruz. Onlar torba gibiymiş. Bize kollarımız dışarıda kalacak şekilde, rahat can çekişeceğimiz iki kefen yaptırın” dedi.

Konuşa konuşa mahkemeye geldik. Ellerimiz birbirine bağlı olduğu için yan yana sandalyelere oturduk. “Nasıl sehpaya gitmeyi düşünüyorsun” dedim, “Slogan atacak mısın?”

“Hayır” dedi, “Slogan atmayacağım, Allah’a giderken slogan atılmaz. Ama namazımı kılacak, duamı yapacak, tekbir getire, getire gidip sehpaya çıkacağım. Kelime-i şahadet getirdikten sonra sehpaya tekmeyi kendim vuracağım ama, intihar olur mu diye tereddüt ettiğimden bu işi cellâda bırakacağım.”

“Peki nasıl bir gecede asılmak istersin?” dedim.

“Yağmurun hafif çiselediği bir gecede asılmak isterim” dedi.

“Asıldığı gece yağmur çiseliyordu.”

6/08/2008

* Rahat Uyku

Rusya'nın istekleri karşısında Padişah II. Mahmut, Divan şairi Keçeci zade İzzet Molla'nın fikrini öğrenmek ister. Keçeci zade, düşüncelerinin yer aldığı bir tasarıyı Padişaha sunar. Bunun sonucunu öğrenmek amacıyla da sık sık saraya gidip gelir. Yine bir gün böyle bir maksatla saraya geldiğinde, cahil olan Kızlar ağası ona şöyle der:
"Molla Efendi, o Rus Çarı'na tacı biz vermedik mi? Sen niye endişe ediyorsun ki;
padişahımız ondan tacı almasını da bilir."
Adamın bu tavrı karşısında, İzzet Molla, ellerini havaya kaldırıp şöyle dua eder:
"Allah'ım, şu adamın aklını bir gece olsun bana versen de, hiç değilse rahat bir uyku uyusam."

* Atılan Taşlarla

Keçeci zade Fuat Paşa; ileri görüşlü ve yenilikçi birisiydi. Onun yaptığı bazı işler kimilerince
beğenilmezdi. Bu yüzden hasımları onu sık sık eleştiri yağmuruna tutarlar, hakkında ileri geri
konuşurlardı. İstanbul sokaklarını bir ara yer yer kaldırımlarla süslemesi de ayrıca hakkında
dedikoduların çıkmasına neden oldu. Bir gün devletin ileri gelenlerinden biri ona:
"Paşa Bey bu kaldırımlar neyle yapıldı?" diye sorduğunda Fuat Paşa gecikmez :

"Bize atılan taşlardan yapıldı."

* Sana Gelen ...

Padişah III. Ahmet, günün birinde yanında bulunan adamlarından birine şöyle der:
"Musiki bana, Cennet kapısı açılırken çıkan ses gibi geliyor."
Adam, Padişahın gözüne girmek için:
"Aman Hünkârım, musiki bana da aynı şeyi hatırlatıyor," der.
III. Ahmet, kendisine yaranmak gayesi ile kılıktan kılığa giren adamı hemen susturuverir :

"Sana gelen Cehennem kapısı kapanırken çıkardığı gıcırtıdır."

* III. Mustafa'nın Talaş ve Telaşı ..

Sultan III. Mustafa 'telaş' ile 'talaş'ı birbirine karıştırırmış. Her zaman 'talaş'a 'telaş'a da 'talaş' dermiş.
Kendisini bu hususta uyarmak istemişler; ama buna kimse cesaret edememiş.
Saraydakiler uygun bir şekilde bu konuda Padişahı uyarmayı planlıyorlarmış.
Bu sırada Padişahın Nedimi: "Ben bu işi hallederim, siz merak etmeyin; ama bana bir hafta müsaade edin.
Eğer beni Padişahımız soracak olursa, 'Bir kaza geçirdi, evi yanıyordu, kendisi kurtuldu kurtulmasına ya biraz rahatsız. Birkaç güne kadar gelir,' deyin," demiş. Ve Nedim bir hafta sonra saraya gelip
Padişahın huzuruna çıkmış. Padişah:
"Geçmiş olsun, bir kaza geçirmişsiniz, anlat bakalım nasıl oldu?" diye sormuş.
Nedimi, planını şöyle uygulamaya koymuş:
"Refikam bir gün patlıcan kızartmaya başlamış. Talaşları yığarak tutuşturmuş.
Talaşlar birden alev alınca hanımı bir telaş almış ki, sormayın. Ne yapacağını bilemez olmuş.
Talaşlar yanınca bizimki telaşlanmış, bizimki telaşlandıkça talaşlar alevlenmiş.
Neyse efendim, alev alev talaş, bizim hanımda ise yine öylesine bir telaş ki..."
Padişah Nedimin sözünü keserek şöyle demiş:
"Canım, hanımın o kadar talaş etmeseydi, telaşlar bu kadar tutuşmazdı ki."

Sizin Soracağınız

Bir Ramazan günü III. Mustafa'nın veziri Koca Ragıp Paşa'nın konağında yapılan sohbet esnasında Ragıp Paşa Paşa Şair Haşmet'e hitaben: "Senin de borcun var mı Haşmet," diye sormuş ve ondan şu cevabı almış: "Evet Efendim, var."
"Ne kadar?" diye sorunca da: "Mahalle bakkalına bin kuruş, kasaba beş yüz kuruş..." şeklinde cevap almış. Ragıp Paşa sorusunun anlaşılmadığını düşünerek şu açıklamayla birlikte tekrarlamış sorusunu: "Ben onu sormuyorum, oruç borcun var mı onu soruyorum." Şair Haşmet, bu soruyu da şöyle cevaplamış:

"Paşam oruç borcunu Allah sorar. Sizin soracağınız kul borcudur."

* Sakın Kalkan Delik Olmasın ?

Günün birinde IV. Murat’a katmerli fil derisinden bir kalkan hediye edilir. Hediyeyi getiren kişi, bu kalkana ne okun, ne mızrağın, ne de kılıcın işlemediğini övünerek anlatır.
Sultan IV. Murat, aynı zamanda devrinin en ünlü okçularından biriydi ve verdiği emirle kalkanı dışarıya çıkardırlar ve yine Padişahın emriyle birkaç okçu kalkana ok attı; ama delemezler.

Şimdi sıra Padişaha gelmişti. Okunu yayını eline alıp, nişan alır ve:
"Ya Allah!" diyerek oku fırlatır. Sonra da elçiye dönerek:
"Git bak bakalım elçi, ok kalkana isabet etmiş mi?" diye sorar.
Elçi gidip kalkana bakınca onun hayret verecek derecede delinmiş olduğunu görünce şaşkınlığını gizlemeyerek:
"Bu nasıl bir iştir Padişahım?" diye sorar. Padişah:
"Bu bilek ve yürek işidir," cevabını verdikten sonra koyar son noktayı;

"Sakın getirdiğin kalkan önceden delik olmasın..."

* Adama Göre Adam Gönderirler

Osmanlı elçisi olarak Fransa Kralı'na gönderilen İncili Çavuş'un elbisesinin bazı yerlerinde yama varmış. Kral kıyafetinden dolayı yadırgadığı İncili Çavuş'a:
"Bana senden başka gönderecek adam bulamamışlar mı?" diye sormuş.
Bu soruya İncili Çavuş şu cevabı vermiş:

"Osmanlılar, adama göre adam gönderirler. Beni de sana göndermelerinin sebebi bu olsa gerek."

* Dost

"Söyler misiniz, kaç çeşit dost var?" şeklindeki soruya Şair Baki şu cevabı verir:
"Üç çeşit dost vardır:
Bir dost vardır; gıda gibidir. Sen onu her zaman ararsın.

Bir dost vardır; ilaç gibidir. Lazım olduğunda ararsın.

Bir dost daha vardır ki; hastalık gibidir. O seni seni arar."

5/28/2008

Yaşasın Boykot Kardeşliği ! ...

Yaşasın Boykot Kardeşliğimiz!


Dev bir kinle bakıyorum sana ey kırmızı COCA COLA kutusu!

Oraya buraya değil tam da bağrıma bağrıma attırdığın bombaların ateşi sarıyor ruhumu!

Düzden bakınca zulüm görüyorum,tersten baktığımda inkarındaki şifreyi!

Zaten ancak Bir Siyonist Zekası’nın işi olabilirdi,

şişesinde “Mekke Ve Muhammed’e Hayır” yazan zehirli sıvıları

Muvahhid Mekke Muhalefeti’ne ve Eşsiz Lider ve Önder Resul Hz.Muhammed’e(s.a.v) sevdalı insanlara içirip sonra buradan gelen Cola-Dolar’larla Müslüman kardeşlerini katletmek iğrençliği…


Ne TANG’ini kabul ediyorum soframa ne CAPPY’ini!

FANTA FANTA FANTA içtiğimde Çanta Çanta Bomba verdiğimi biliyorum lanet olasıca ordularına!

“Susuzluğunu Dinle” diyen sese inat “Filistin’i Dinle” diyor içimden bir ses SPRİTE’nı iterken!


MARLBORO pakedine baktığımda şarjör görüyorum , sigarasına baktığımda M-16 veya Uzi mermisini!

Tek bir dal izmarit ile tek bir merminin maliyetinin de satış rakamının da neredeyse aynı olduğunu öğrendiğimde kalakalıyorum!


”Allah’ım” diyorum !...“İçmeyerek kaza edemem,zira on sene içtim,maaş verir gibi para verdim,şu kuluna para nasib et de yolunda harcayıp bari bunlara verdiğim paraları kaza etmiş olayım Ya Rabbim!..”


Bu arada sigara içen insanlara da “Onu içmen kadar efkara sebeb bişi mi var” diye soruyorum!

”Dikkat et! Her içtiğin sigarayla bir mermi sıktırabilirsin bak kardeşlerinin kafasına ama ” diye ekliyorum “Radikal” damgası yeme pahasına!


Yahudi PHİLİP MORRİS ve diğerlerinin paketlerinin üstündeki aslanlara da,

PEUGOT marka arabaların üstündeki aslanlara da kafam takılıyor!


Çünkü ben onlara bakınca,Allah’ın Aslanı Hamza’nın katillerini ,

Resul’un Aslanı Ali’nin hainlerinin zihniyetlerini görüyorum!...


PEUGOT hızlı kaçarmış!...Azap meleklerinin zaman mefhumu bile yokken kim nereye kaçıyor,gülüyorum..

VOLVO dünyanın en güvenlisiymiş!...İsrail’e gidecek paraları verip içine binildiğinde direkt ateşe giden araba nasıl güvenli olur merak ediyorum!...

En az siyon kardeşlerinin sembolu aslan kadar tehlikeli olduğunu biliyorum NESTLE’nin ambalajındaki güvercinin…NESTLE’nin çikolatasını,gofretini mi yemişim ki NESTLE SUyunu veya yeni aldıkları ’sini içeyim!


Su demişken; COCA COLA’nın bırak kolasını ne TURKUAZ ne DAMLA SUyu’nu içmiyorum!...


Baktım ki ALGİDA’nın arkasında UNİLEVER yazıyor,almam efendim almıyorum!


Bula bula MAGGİ çorba mı içmişim ki sonrasında LİPTON’unu, NESCAFE’sini zıkkımlanacağım?


NESCAFE’den ve JACOBS’tan çıkan dumanla Gazze’den ve Bağdat’tan yükselenin benzerliğini fark edemeyecek kadar da saf değilim!


Irak,Filistin,Çeçenistan,ordan,burdan değil hiçbir yerden ve hiçbir şeyden verdikleri haberlerinde güvenmiyorum CNN’e,NTV’ye,REUTERS’e!...


Huy işte!Hucurat üstü müydü “Hucurat 6” mı ne?!...


FOX,adı gibi tilkilik yaptı,TGRT’yi alıp Yahudi-Neocon birliğini Türkiye’de bir medya sahibi daha yapmakla…


Malum,sadece iki hafta var HÜRRİYET GAZETESİ ve İSRAİL’in doğum günleri arasında…Rastlantı işte…


NTV’nin ve GARANTİ’nin sahipleri Şahenk’ler de AMERİKAN-İSRAİL ortağı GENERAL ELECTRİC’le el sıkışmışlar bir de…


Duy da inanma!...Oku da inanma!...

Evet Evet ! Budur !

Oku ama asla inanma!...Duy ama asla inanma!...


Bir de NATIONAL GEOGRAPHIC var ki Yahudi Darwin’izm’in Türkiye Temsilciliği sanki!O da Şahenk’lerin…Seyrettirmiyoruz çocuğumuza!


NİKE..LEEADİDAS-SOLOMON veya LEVİ’S…Giymiyoruz ve giymeyeceğiz!


UNİLEVERPROCTER&GAMBLEJOHNSON&JOHNSON kokmuyoruz ki L’OREAL,VİCHY , LANCOME veya ARMANİ sürünelim!


“Bu TİMBERLAND ile şu DOCKERS çok güzel dururdu üzerinizde” diyen tezgahtara aldırmıyoruz…“TİMBERLAND İtalyan, DOCKERS Alman’dı ama ikisini de Amerikalı Yahudiler aldı ve biz onlardan alışveriş yapıp Müslüman kardeşlerimize ihanet etmiyoruz” diyerek şoktaki tezgahtarı bırakıp dükkandan çıkıyoruz!

Gelirinin tamamına yakınını düzenli olarak İsrail’e gönderen şirketler listesindeki MARKS&SPENCER’a ibretle bakıyorum!

PHİLİPS’ten, IBM’den, NOKİA’dan başka tercih edilebilecek teknoloji kalmadı mı diye düşünüyorum…

Zira,dayanışmaları ve sonuçları gözümüzü yaşartıyor! Kanımızı döküyor! İşte bundan dolayıdır ki;

Müslüman kardeşlerimizle rabıtalarımız baki,muhabbetkar tasavvurları gönüllerimizin bembeyaz listelerinde daimi olmalı ama emperyalist zalimlerin markaları her zaman kara listelerimizde kalmalı!

Bu kara listelerdekilere para ve moral vermiyoruz ve vermeyeceğiz!

YAŞASIN BOYKOT KARDEŞLİĞİMİZ!


“Ali’nin”…”Ömer’in”… “Ahmed’in…”diye marka yapsan gülüp geçecek ümmetin YAKUB’UN veya LEVİ’nin veya MC DONALD’ın deyince yağmalarcasına rağbetini anlamıyorum! Çağırsın beni ateş, GİTMEYECEĞİM !...


Ne Osmanlı Mutfağı diye koca bir sofrası olan kadim milletimin ne de yetmiş çeşit baharatla yedi yüz çeşit yemek çıkartan Arap kavminin MC DONALD’S ve BURGER KİNG Hayırseverliğini çözemiyorum!...


Tek bildiğim hamburger arası zulüm yemediğim!...



Siz…Biz…Hepimiz…Kardeşlerimize saldıranlara,bacılarımızı kirletmeye çalışanlara para ve moral vermiyoruz ve vermeyeceğiz!

YAŞASIN BOYKOT KARDEŞLİĞİMİZ!


Alışveriş yapacak bir tek Fransız Yahudileri’nin CARREFOUR’u mu kaldı dediğimde arkadaşımın yüzündeki şaşkınlığı unutamıyoruz!


Yoksa bizim ferasetsizliğimizden ve basiretsizliğimizden başka sermayeleri mi var sanıyorsunuz?


Durumlar üstü kabul ederek düzenli kıldığı namazlarında günde beş defa uluslar arası çıkış yaparak Kabe’ye yönelen bizler…


Her Ettehıyyatü’nün aleyna’sında…Her Rabbena atina’sında kardeşlerini hatırlayan bizler…

Sizler…Bizler…Hepimiz…

Rabbimiz Allah’ın düşmanlarına ve Peygamberimiz Hz.Muhammed’in inkarcılarına para ve moral vermiyoruz ve vermeyeceğiz!

Bu yaptığımızı da kınayanın kınamasından korkmadan veya şaşıranın şaşkınlığına aldırmadan yapacağız , yayacağız ve tavsiye edeceğiz!


Az” alınmasını değil “hiç” alınmamasını sağlayacağız!

Biz,para verip sonra bu parayla yakılacak yıkılacak el değil siyon aslanının pençesini kıracak eliz!


YAŞASIN BOYKOT KARDEŞLİĞİMİZ!

boykotkardesligi@hotmail.com


Not : Okumuş olduğunuz "boykot kardeşliği" yazısının orjinal logolandırılmış hali aşağıdaki linkte verilen word dosyasında mevcuttur. Üstelik bu word dosyada hiç değişiklik yapmadan A3 boyutunda kağıda çıktı alındığında da tam 1 sayfa oluveriyor ve mümkünse olabilecek heryere dört kenarından bantlanması için hiç bir engel kalmıyor.

LİNK : http://www.kudusyolu.com/dosya/boykotkardesligia3son.doc



5/26/2008

[Güncel] Biz amerika’yı hiç sevmemiştik!

BBC, 21 ülkede araştırma yapıyor ve sonuç şu: Türk halkı, yüzde 82 gibi harika bir oranla ABD karşıtlığının en yaygın olduğu ülke.

Robert L. Pollock, 16 Şubat günü Wall Street Journal’de yayınlanan yazısında, Türkiye’de yükselişe geçen Amerikan aleyhtarlığı dolayısıyla devletimize, milletimize muhtelif ithamlarda ve tehditlerde bulundu.

Pollock’un haysiyetsiz, saldırgan ve züppece sözleri, edası, Amerikan dış politikasının bir izdüşümü.

Biz evet, Irak’ta kardeşlerimizi katleden, esir eden, işkenceden geçiren Amerika’yı zerre kadar sevmiyoruz! İnsanlık tarihinin en aptal, açgözlü ve vahşi liderlerinin yönettiği Amerika’yı sevmiyoruz. İşgalci, tecavüzcü, kelleş ve yılışık Amerika’yı sevmiyoruz.

Dünya halklarının emeğini dolaysızca sömüren bu psikopat akbabaları, kuduz leş kargalarını sevmiyoruz! Onlar bizim yeğenlerimizin, bacılarımızın, komşularımızın katili.

Hepsi çıldırmış! Salaklıkları ile sapıklıkları yarışıyor. Dünyada şimdiye kadar, katlettiği insanların yakınlarını “Siz beni sevmiyorsunuz!” diye suçlayan bir katil tipi görülmemişti!

İşin bir başka tuhaf yönü şu: Holding medyasında birtakım Amerikan aşık-uşağı köşeciler hala “Amerika’yı eleştirmek bir şey, kötülemek başka bir şey” türünden zırvalar savuruyorlar! Bunlar, bu toprakların yazarları mıdır? Sormak gerek: “Pollock, o berbat yazısından adını anarak Hürriyet ve Sabah gazetelerini de eleştirdiği halde, neden adam gibi, mesela Umur Talu ve Ömer Lütfi Mete gibi cevaplar yazmıyorsunuz?”

Irak’ta 100 bin kardeşimizi öldürdünüz! Milyonlarcasını aç, susuz, evsiz, elektriksiz, okulsuz, soğukta bıraktınız! Kimyasal silahlarla çocukları yakarak zehirlediniz! Bir de alkış, gülücük mü istiyorsunuz?!

* TUVALETİN DE BİR TARİHİ VAR !

"Şuur altı" sloganı ile her konuda akıl fikir yürüten Sigmund Freud der ki; "Atalarımız, milyonlarca yıl önce 'dört ayak' üstünde dolaşıyorlardı. Büyük ve küçük ihtiyaçlarını aynen hayvanlar gibi, durdukları yerde yapıyorlar, birbirlerinin pis kokularını çok yakından da koklamak zorunda kalıyorlardı. Günün birinde bu kokuya dayanamaz. Ne yapayım da bu pis vaziyetten kurtulayım diye düşünürken, aklına iki ayak üzerinde yürümek geldi."

Bu satırları, ünlü psikanalizciye bir iftira olarak görmeyin. Onun yalancısıyız. Onun ataları burunlarını pislikten bu şekilde kurtarmış olabilir. Ama yapılan arkeolojik araştırmalar insanın, en büyük ihtiyacını yine insanca giderdiğini göstermektedir. 'Tuvalet' kavramı, insanlık tarihi kadar eskidir. Zira hem kişi, hem toplum sağlığı açısından tuvaletler son derece önemliydi.

Tuvaletin Tarihi

En eski tuvaletlere, M.Ö 4000’li yıllarda Mezopotamya'da rastlanır. Hindistan'da, Suriye'de ve daha başka yerlerde tıpkı bizdeki gibi alaturka tuvaletler bulunuyordu. Hatta Mısır'da Firavun mezarlarına, banyo ve tuvalet ilave etmek gibi ilginç bir adet bile vardı. Van'da ortaya çıkarılan ve MÖ 8'inci yüzyıla tarihlenen tuvalet kalıntısı ise, bugünkü "alaturka tuvalet'in aynısıdır. Hitit uygarlığında da dönemine göre bir hayli gelişmiş kanalizasyon sistemi vardı... İslam öncesi cahiliye toplumu tuvalet nedir bilmezdi. İhtiyacı gelen uygun bir yer bulmak için dağ bayır gezerdi. Onları bu tabii sıkıntıdan İslamiyet kurtarır. Onlara, İhtiyaçlarını nezih bir ortamda nasıl gidereceklerini öğretir.

Ancak yüzümüzü batıya çevirdiğimizde, burnumuza hoş olmayan kokular gelir, Mesela Herodot'un yaşadığı o parlak devrede, eski Yunanlılar tuvaleti bilmezlermiş. Herkes gece karanlığında sokak aralarında işini görürmüş.

Batı insanının ifrat ve tefrit arasında bocalayıp bir türlü orta yolu tutturamaması def-i hacet konusunda da görülür. Eski Yunan Medeniyetinin burnu pis kokudan kurtulmazken. Eski Roma işi fazla abartmış. Roma uygarlığında tuvaletler birer toplumsal kurumdu. Bir tür meclis görevi yaparlardı. Şehrin ileri gelenleri, tüccarları 30-40 kişilik umumi tuvaletlerde yüz yüze oturarak hem İhtiyaçlarını giderir, hem de kentin yüksek menfaatlerini tartışır, iş ilişkileri kurarlardı... Günümüzde böyle bir mekanı dünya gözüyle görmek isteyen varsa, bir koşu Efes harabelerine gidebilir. (Adrian Kitaplığını arkana alacaksın, sağdaki rampayı biraz çıkınca solda...)

Ehl-İ Keyifler İçin

Bugün buna benzer manzaraları, batıda çıkan ev dekorasyon dergilerinde görebiliyoruz. Ama bir farkla; eskiden grup terapi yaparlarmış. Ahir zaman insanı iyice bencilleştiği için, yaşadığı zevki başkalarıyla paylaşmıyor, özgür takılıyor. Dahası, eline gazetesini veya kitabını alıp tuvalete giren ve hiç abartmıyoruz bir şeyler atıştıranlara, sektör bazında hizmet vermek için mini dekorlar imal ediyorlar.

Gerçi tuvaletler "hayal ve tefekkür" dünyasıdır. Ancak bu hayal ve tefekkür düşkünlerinin bazıları isi
abartıp tuvalete küçük bir kitaplık ve çalışma masası yapmaya kadar götürürse seyredin manzarayı...

Pisliğe Batan Avrupa

Tarihçiler, bir "mekan" olarak tuvaletin, Doğudan Batıya geçtiğinde hemfikirler. Fakat bu geçiş yüzyıllar sürmüş. Ortaçağ Avrupasında görülen salgın hastalıkların baş sebeplerinden biri ele buymuş...
Elhak doğrudur. Zira "her türlü pislik" sokaklara dökülürmüş. Mesela 1388 yılında İngiltere Kralı II. Richard göl ve derelere def-i hacet yapılmasını yasaklar. Ancak nereye yapılacağını söylemeyi unutur. Zavallı halk ne yapsın? Çözümü sokakta arar. Evinde ürettiği her türlü pisliği; büyük, küçük ne varsa sokak camından aşağı salar. Bu iş o kadar azıtılmış ki, mesela Edinburgh'da gece sokağa çıkma gafletinde bulunan birisi, başına bir oturağın boşaltılmasını önlemek için. sürekli olarak "heed your handle': (elindekine dikkat et) diye bağırmak zorunda kalırdı.

Fransa pek mi iyi durumdaydı sanki? "Güneş Kral" denen XIV. Luis'in Paris'inde de her çeşit kirli gece gündüz demeden pencerede sokağa, bahçeye boşaltılırdı. Anca Fransızlar, İngilizler gibi kaba değillerdi. Eline lazımlığı alan pencereyi açar ve aşağıdakinin cinsine göre cümle başına bir mösyö, matmazel veya madam ekleyerek "gare l'eau"suyz” dikkat! diye bağırıp salıverirdi.

Özel Sektör Halkın Hizmetinde

Her sahada olduğu gibi, bu konuda da özel sektör devreye girer. Başına kazurat yiyenler için, 19. yüzyılın en büyük keşfini yaparlar. İlham, yahudilerin dini simgesi olan şapkadan gelir. Benzerlerini, güneşliğini leğen gibi bol tutarak imal ederler ve fötr şapkayı piyasaya sürerler. Münasebetsiz maddelerce kirlenmek islemeyenlerin çokluğu sebebiyle, bu moda, kadın ve erkekler arasında çok tutulur. Öyle ki, oturak terörü 18'inci yüzyılın sonuna doğru polisçe yasaklanmasına rağmen, bu moda hala revaçtadır.

'"Herşeyi devletten beklemek olmaz" sloganıyla hareket eden özel sektör, çözüm üretmeye devam eder. "Seyyar umumi hela" görevi gören, ellerinde pelerinle dolaşıp, ihtiyacı olanları bu pelerinin altına alarak işlerini görmelerini sağlayan ve bunun karşılığında da para alan kişiler türer. Ancak, elde edilen mamul yine sokaklara dökülür.

O dönemin Paris'inde, çevrede insan olup olmadığı hiç önemsenmeden her yerde rahatlama serbestliği vardı. Hatta Louvre Sarayı"mn merdivenlerinde bile ihtiyaç giderilirdi. Bu sebeple İspanya, Almanya ve Fransa'da saraylar leş gibi kokardı.

Bir Servete Bedel

Fransa Kralı 14. Louis, Versay Sarayı'nı yaptırdığında, teamül gereği içine tuvalet koymamıştı. Buna karşılık sarayın demirbaş listesinde bir sürü lazımlık (oturak) tan başka, 208 adet basit tipte ve 66 adet de büyük ve süslü, oturaklı iskemle bulunmaktaydı. Oturak deyip geçmeyin. Bîr tanesinin maliyeti, bir mahalle dolusu fakiri üç öğünden, 9 gün doyuracak değerdeydi. Zira oturaklar, son derece nadide porselenden yapılıp, çiçek vazoları gibi, resim ve motiflerle süsleniyordu. Süslemedeki maksat, güya bunlar boşaltılmaya götürülürken çorba kasesi mi, yoksa dışkı kabı mı olduğu anlaşılmamasıymış. Ancak, oturağın olmadığı acil durumlarda ise Versay sarayında, koridor ve şömineler hizmet veriyordu. Yazımızın basında Sigmund Freud'un bir iddiasını nakletmiştik.

Adamcağız haklıymış meğerse... Böyle bir ortamda yaşayan birinden ancak böyle bir iddia sadır olurdu.

Parfüm Sanayi

Osmanlının ilk Paris Elçisi Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi hatıralarında Fransızların erkek ya da kadın su gibi parfüm kullandıklarından bahseder. Ancak çevreden gelen pis kokularla parfüm kokularının birleşerek daha beter bir koku oluşturmasından ve bunun da hiç bir parfüm cinsi tarafından bastırılamadığından yakınır.

Çelebimiz, yurda döndüğünde ayağının tozuyla Türkçe Deyimler Sözlüğüne bir özdeyiş hediye eder; "üzerine tüy dikmek "diye... Hatanın hatayla telafi edilmesi karşısında sarfetmiş bu sözü. Versay Sarayı kaynaklı bu "tüy dikme" metodu şöyle uygulanıyormuş. Koridor köşelerine hacetlerin büyüğü giderildiğinde uşaklar, bunları dışarıya atmadan önce bîr kaz tüyünü içine sokarlarmıs. Birkaç gün sonra da tüyden tutarak, sertleşmiş olan haceti, pencereden dışarıya fırlattıklarında, artık o anki şanslı kişi kim ise onun kafasında patlarmış.

Bu arada resmi görüşmelerde bulunmak gerekiyorsa, toplantı mahallinin durumuna göre büyük ihtiyaçlar bahçede ki ağaç veya süs bitkilerinin kenarlarında giderilirmiş. Küçük ihtiyaçlar içinse, ellerinde "ördek" lerle dolaşan uşaklar hizmet verirlermiş.

İtibarın Böylesi

XIV. Louis'den bir Louis fazla olarak dünyaya gelen XV. Louis ise, işin zevkini çıkartanlardanmış. Saray erkanım kabul ettiği zaman, taht biçimindeki süslü, yüksek oturaklı koltuğunda oturur, huzurdakilerin iltifatlarını kabul ettiği sırada da hiç çekinmeden gereğini yaparmış. Özel koltuğun arkasındaki odadan oturağı değiştirmek, ekselanslarının alt katlarına ulaşıp silme imkanı bile varmış. Bu görev ise uşaklara değil, ancak kralın sevdiği saray erkanının bazılarına, büyük bir lütuf olarak verilirmiş. İtibara bak!..

Medeniyet yarışında Almanya'yı atlarsak ayıp olur. 1483'de İmparator II. Frederik Almanyası'nda, ekselansları Reutlingen şehrini ziyaret etme gafletinde bulunurlar. Kır atıyla halkı selamlarken sokaktaki pisliğin içine batmaktan zor kurtulur.

İdrarın vergilendirilmesi (aman kimse duymasın), bir jimnastik öğretmeninin verdiği teşaşür dersi Avrupa'da XX. yüzyıl başlarına kadar vaka-i adiyedendi.

Tuvalette Rönesans

Batıda temizliğin ve tuvaletin öneminin anlaşılması çok yenidir. Binalar yükseldikçe tuvalet problemi iyice dert olduğundan, oturup kafa yorarlar. Neticede, "sifon" un apartmanlara bir temizlik aracı olarak girmesi ile su tesisatçılığı başlar. Avrupa şehirlerinde modern su tesisatları, muslukçuluk ve kanalizasyon sistemi ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru kurulur.

Japonlar bu konuda teknolojinin verdiği gazla daha da ileri giderler. Oturan kişinin tansiyonunu ölçen, idrarını muayene eden, derecesini Ölçen ve ağırlığını söyleyen klozetler imal ederler. Ayrıca su sarfiyatını azaltmak için de önemli bir keşifte bulunmuşlar. Çıkarılan münasebetsiz sesin duyulmamasını isteyenler, sık sık sifon çekmek yerine bir düğmeye bastıklarında, duvara monte edilmiş elektronik bir cihazdan şarıltılı su sesi çıkıyormuş.

Memleket Manzaraları

Elin oğlu tuvalet üzerinde keşifler yaparken biz ele boş durmuyoruz elbette... Alt yapısız siteler inşa ediyoruz veya isale borularının ucunu çaktırmadan en yakın akarsuya veya denize uzatıveriyoruz. Böyle bir ortamda sineklerimizin bile genetik yapılan değişti. Önce saldırgan oldular, sonra adeta birer "hooligan" haline geldiler... Umumi tuvaletlerimizin hali ise içler acısı. Ülkemizden ayrılan yabancılarının en çok yakındıkları konuların başında hala umumi tuvaletlerin pisliği geliyor.

Son Söz

Nereden nereye... Turistlerin ataları tuvalet bilmezken, bu ülke insanlarının ataları, insani ihtiyaçlarını yine insani yollardan gideriyorlardı. Başta İstanbul olmak üzere, şehirlerimizin temizliği dillere destandı. Batılı seyyahlar hatıralarında; hamamların yanı sıra camilerde, mükemmel hizmet veren umumi tuvaletlerin bulunduğunu hayranlıkla nakletmektedirler. Osmanlı döneminde l umumi tuvalet dendi mi, şırıl şırıl akan sularla, her daim pırıl pırıl mekânlar akla gelirdi. Şimdilerde ise "büyük 500 küçük 250" yazılı iğreti levhalarla. 'Tosun'un edebiyata yaptığı katkılar geliyor gözümüzün önüne...

Vatan kurtarış ve büyük işler kotarış gibi konular varken, bu "kokulu" yazı da nereden çıktı demeyin. Zira tarih boyunca insanın en önemli ihtiyacının giderilmesi, bir medeniyet ölçüsü olmuş...

* 1 Nisan'ın Tarihi ..

15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisiyle, kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunuanlayan Haçlı ordusunun komutanı değişik taktikler düşünmektedir.

En sonunda 31 Mart gecesi Kalenin önüne giderek bir elinde Kur'an bir elinde İncil "Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslimolursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım" der.
Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.

Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesi için emir verir. Bunun üzerine Müslümanlar "Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz" dediklerin de Haçlı ordusu komutanı "Benim sözüm size DÜN AKŞAM içindi, bugün için size bir sözüm yoktur" diye cevap verir ve bütün Müslümanlar orada Şehit edilir.

İşte o gün bugündür 1 Nisan hristiyanlar arasında Hile günü olarak kutlanmaktadır ve bizim de Avrupa'ya uyma [benzeme] çılgınlığımız sonucu kırmızıya bordo deyip, yani 1 Nisan'ı 'Şaka Günü' olarak hayatımıza sokmuşuz ...

ANCAK
Bunu yalanlayıp 1 Nisan'ın tarihiyle ilgili bi iddia daha vardır. Ve aynen şöyledir :


'' 1 Nisan eski Roma'da yeni yıl başlangıcı olarak kabul edilirdi ama Roma Imparatorluğu çökünce Bir Papa eski insanların inancını köreltmek için bunu bir taktik olarak Ocak ayına almıştır sonra ise tamamen kaldırmayı planlamıştır. Ancak ömrü yetmemiştir.

Ama eski inanışa inanan(hristiyanlara göre putperestler) insanlar 1 Nisan'da her sene olduğu gibi yeni yılı kutlamak için tören düzenlemek isterdi. Bu durum ise fanatik hristiyanlarda 'alaya' alınırdı. Onun için bu gün bir alay günü olmuştur. Zaman içinde bu kavram yerini hoşça(!) şakalaşmalara bırakmış ve 1 nisan şakası ortaya çıkmıştır. ''

İşte... Bu ihtimal tam bize göre değil mi ! Yani ilki yalan.Antihristiyan yanlısı tarafın yalanı, ikincisi bizim kültürümüze uygun emi ? ...
Eh de demeli. Hangisini normal görüpte kendi hayatında 1 Nisan inancını öyle ayarlayacak olursa, Varsın olsun ...

5/05/2008

[Harici] * Güncel İlginçlikler

· Yapıştırıcılar Nasıl Yapıştırıyor?
Yapıştırıcıların sağladığı yapıştırma olayı aslında kimyasal reaksiyondan başka birşey değildir. Günümüzde imalatçılar yapıştırıcıları sentetik malzemeler kullanarak yaparlar. Yapıştırma olayında benzer yada iki malzemeden iki madde, birde yapışkan gerekir. Burada en önemli görev yapıştırıcıdadır. Yapıştırıcı moleküllerinin diğer iki madde molekülleri ile birleşme eğilimi gösterir bir yapıda olması gerekir.

· Radyonun Sesi Açılınca Pil Daha Çabuk mu Biter?
Pille çalisan portatif radyolarda sesin yüksekliği pilin ömrünü etkiler. Radyo açık, sesi kapalı durumu ile sesin sonuna kadar açık durumu arasındaki fark pillerin ömürlerinin kısalmasına neden olur. Ses sonuna kadar açıldığında pillerden çekilen akim yüzde 30 artmaktadır. Bu durum, küçüğünden büyüğüne, pille çalışan ve ses yükselticisi olan bütün radyo, teyp, volkmen vb. için aynidir.

· Matematikte Niçin -2 ile -2 nin Çarpımı +4 Eder?
Haftanın beş günü ise otobüs ile gidip geldiğinizi varsayalım. Her sefer bir milyonluk bir biletle yapılıyor. On milyon tutarında on tane bilet aldınız. Her gün gidiş geliş kullandıkça iki tanesi eksiliyor. Bunun eşitlikteki yeri (-2) dır dır. Siz bu isi beş gün süresince yani 5 kez yaparsanız (-2)x( +5)= 10 olur. Diyelim ki bayram tatilinin iki günü o haftanın Perşembe ve Cuma günlerine geldi ve tatil. Bu kez yapmanız gerekeni yapmıyorsunuz. İki günlük 4 bileti kullanmıyorsunuz. Bu hareket, yapmanız gerekene göre negatif yani ters yönde bir harekettir. Her gün bilet almak yerine iki gün süresince hiç bilet kullanmıyorsunuz. İki kere negatif hareketi “-2″ bilet üzerinde yapınca o hafta elinizde (-2)x( -2) =(+4) . bilet kalıyor.

· Termos Nasıl Sıcağı Sıcak, Soğuğu Soğuk Tutuyor?
Tek nedeni vardır, vakum. Yani boşluk. Bir termosta iç içe geçmiş iki kap vardır. Dıştaki metal bir kap olup içteki genellikle bir cam sisedir. İkisinin arasındaki hava ise boşaltılmıştır. Tam olmasa da üreticiler tarafından elde edilebilen tama yakin bir boşluk vardır. Vakumlu bir ortamda hava molekülleri de olmadığından isi iletilemez. Cismin ısısı başlangıçta ne ise o halde kalır. İçerden dışarıya, dışardan içeriye ısı geçişi olmaz. Böylece termosa konan sıvı sıcaksa sıcak, soğuksa soğuk kalır.

· Bir Hafta Niçin 7 Gündür?
Babilliler 7 günlük haftayı zaman birimi olarak kullanıyorlardı. İlk çağlarda bilinen beş gezegen ile güneş ve ayın sayısının 7 olusu bu sayıyı gizemli ve uğurlu kılıyordu. Daha sonra dinlerde, göğün 7 kat olusu ve doğadaki ana renk sayısının 7 olusu, müzik notalarının 7 olusu sayının önemini daha çok belirtti. Daha sonra Fransa takvim yapısını değiştirerek hafta sayısını 10 yaptı ama kabul görmedi. Rusya 5 günlük hafta uygulamasına geçti, o da tutulmadı. Sonunda yine hafta 7 gün olarak kaldı.

· Niçin Otellerin Kapıları Döner Kapıdır?
Döner kapıların tek amacı enerji tasarrufudur. Büyük binaların içerleri devamlı olarak ısıtılır. Açılan normal kapıdan içeri soğuk hava rahatlıkla girer. Eğer normal kapı kullanılırsa hava değişimi nedeniyle klimalar veya motorlar yeniden çalışacaktır. Özellikle çok kişinin girip çıktığı otel veya benzeri binalarda enerji tasarrufu için döner kapı kullanılır. Döner kanatlar sıcak havanın dışarı çıkmasına, soğuk havanın da içeri girmesini-engeller.

· Bardaktaki Buzlar Niçin Birbirlerine Yapışırlar?
Buzun erimesi için yalnızca sıcaklık değil basınç da önemlidir. Dağlardaki buzulların kayma nedeni de budur. Basınçla alt tabaka erir ve kayma oluşur. Bir kabin içinde ya da bir bardakta üst üste duran buzların her biri altındakine değdiği noktada bir basınç oluşturur ve bu, noktada çok küçük kısım erir. Buradan hareket eden su çok az yanda iki buz küpçüğünün birleştiği noktada tekrar donar. İki buz parçası kaynak yapılmışçasına birbirlerine yapışır ve orada bir daha erime olmaz.

· Kumaşlar Yıkandıktan Sonra Niçin Çeker?
Aslında kumaş ıslanınca lifler şiştiğinden kumasın az biraz uzaması gerekmektedir. Ama-bükümlerin açılarındaki deformasyonun yarattığı çekme kuvveti daha fazla olduğundan sonuçta kumaş boydan kısalır. kumaş yıkandıktan sonra kurutulduğunda şişmiş lifler eski durumlarına gelirler. Ama kumaş ilk ölçülerine dönemez. Su, yüksek isi, çalkalama, sabun hepsi kumasın çekmesini kolaylastirir. Kumaş birkaç kez yıkandıktan sonra ölçüleri belli bir dengeye ulaşır ve ondan sonra yıkandığında çekmez.

· Çinlilerin Gözleri Neden Çekiktir?
Yalnız Çinlilerin değil Orta ve Güneydoğu Asyada yasayanların, Japonların hatta Eskimoların da gözleri çekiktir. Aslında göz yapısı bütün dünyada aynidir. Farkı yaratan göz kapaklarıdır. Çekik gözlü diye nitelendirilen ırklarda gözün üzerindeki göz kapağının ikinci kıvrımı, gözün üstüne daha çok inmiştir. Bazı teorilere göre bu kıvrım insanların gözlerini yoğun kar tabakasının, göz kamaştıran ışığından korumak için bir çeşit kar gözlüğü gibi gelişmiştir. Çinde ve öteki bölgelerde her ne kadar yoğun kar yağmıyorsa da onların atalarının buzul çağında kuzeyde yasadıkları daha sonra güneye indikleri kanıtlanmıştır. Yalnız gözleri değil, burunları da rüzgâra karsı korunmak için küçülmüş, burun delikleri soğuğu engellemek için daralmıştır. Ciltleri de koruma amaçlı olarak yağlıdır. Göz kapakları da yağlıdır. Gözü ve iç tabakalarını kara ve buza karşı korur. Yani çekik gözlü değil, düşük göz kapaklı, demek daha doğrudur.

· Ateş Böceği Nasıl Işık Saçıyor?
Yaz gecelerinin karanlığında otların arasında veya havada uçarken parıldayan, yanıp sönerek sarı-yeşil bir ışık veren bir böceği görmüşsünüzdür. Yanına yaklaşıldığında ışığını söndüren, gece karanlığında izini kaybettiren bu böceğin ismi ateş böceğidir.Aslında bu böceğin verdiği ışığın ateşle de sıcaklıkla da bir ilgisi yoktur. Bunun bilimsel adı “soğuk ışık”tır ki günümüz teknolojisi bu ışığı henüz yapay olarak üretmeyi başaramamıştır. Bilim insanları dünyada milyonlarca yıldır mevcut olan bu tabiat teknolojisinin önce çalışma mekanizmasını çözmek sonra da taklit ederek insanlık hizmetine sunabilmek için çalışmalarına hız vermişlerdir.Kısa bir zaman öncesine kadar sürtünme veya ısı olmadan ışık elde etmenin imkansız olduğuna inanılıyordu. Nasıl ki normal bir ampul kendisine verilen enerjinin yüzde 4”ünü, florasan ampul ise yüzde 10”unu ışığa dönüştürebiliyor, geri kalanını ısı olarak yayıyorsa, ateş böceğinde de benzer bir durum olduğunu sanan bilim insanları, böceğin bu iş için kullandığı enerjinin tamamını ışığa dönüştürebildiğini tespit edince hayrete düştüler. Gelelim ateşböceğinin ışık üretme mekanizmasına… Aslında ateş böceklerinin ışık verme reaksiyonları o kadar hızlıdır ki bu fonksiyonun kademelerini incelemek hemen hemen imkânsızdır. Yani ışık üretim mekanizması hakkındaki bilgiler hala teoride kalmaktadırlar. Kesin olarak bilinen bunun moleküler seviyede kimyasal bir işlem olduğu, bazı moleküllerin ayrışarak daha yüksek enerjili hale geçebildikleri ve bu fazla enerjiyi ışığa dönüştürebildikleridir.Ateş böceğinin karın bölgesindeki ışık organında bulunan guddelerden, ışık elde elmede rol alan iki ana kimyasal madde üretilmekledir. Bunlardan birincisinin kimyasal yapısı aydınlatılmış ve yapay olarak elde edilmiştir. İkincisinin ise yapısındaki gizem çözülmesine rağmen sentetik olarak üretilmesi hala mümkün olamamıştır. Ateş böceklerinde üretilen iki kimyasalın birleşiminin de ışık vermeye tam olarak yetmediği, böceğin ışık bölgesine yakın solunum organının ışık verme anında burayı oksijenle beslemesi gerektiği tespit edilmiştir. Bilinmeyen bir başka ayrımı ise bu ışığı hangi şalterin açıp kapadığıdır.Bu gizemli böceklerin 2 bin çeşidi olup erkekleri uçabilirken dişileri kanatsızdırlar. Erkekler dişileri aramak için geceleri uçarlar ve ışıklarını birbirleri ile iletişim kurmak için kullanırlar. En iyi ışık verimini gelişmiş dişiler verir. Ateş böcekleri geceleri 3 saat süreyle ışık verebilirler.Genellikle ısırarak zehirledikleri salyangozları yedikleri için kireçli toprakların olduğu nemli bölgelerde daha çok görünürler. Parlamayı sağlayan kimyasal maddeler sayesinde, kazara onu yiyen bir düşmanı kusmak zorunda kalır ve bir daha başka ateş böceği yemeye teşebbüs etmez.

· Doğum Gününde Pasta Kesme Adeti Nereden Geliyor?
Düğünlerde pasta kesmek adetinin, yeni evlilere bereket, doğurganlık ve mutluluk dileklerinin iletilmesinin zaman içinde gelişmiş bir şekli olduğundan bahsetmiştik. Doğum günlerinde pasta kesmek adetinin ise tarihi kökeni ve amacı değişiktir. Zaten tek kat olan şekli ve üzerindeki mumlar nedeniyle pasta görünüş olarak da düğün pastasından farklıdır. Pasta sözcüğünü hep günümüzdeki anlamı ile kullanıyoruz. Aslında tarihi gelişimi içinde kek demek daha doğru olur. Doğum günü pastasının bilinen tarihi Helen uygarlıklarına kadar uzanır. Bir kutlama amacı ile ortaya çıkması ise Ortaçağda Almanyada olmuştur. 13. yüzyılda Almanyada çocuklara gösterilen ilgi belki bugünkünden bile fazlaydı. Doğum günleri bir festival şeklinde kutlanıyordu. Doğum günü kutlaması sabaha karşı, şafakta, gün ağarırken başlıyordu. Üstü yanar mumlarla süslenmiş pasta kek eve getirildiğinde çocuk uyandırılıyor, pastanın üstündeki mumların ise yemek vakti gelene kadar devamlı değiştirilerek sürekli yanar halde kalmaları sağlanıyordu. Yemeğin başında çocuk mumları üfleyerek söndürüyor ve şölen başlıyordu. Pastanın üzerindeki mumların sayısı çocuğun yaşından bir fazla oluyordu. Bu bir fazla mum, bir gün sönecek hayatın ışığını simgeliyordu. Ayrıca çocuğa bir çok hediyeler getiriliyor, o gün istediği, sevdiği yiyecekler hazırlanıyordu. Yani o zamanlarda doğum günü kutlamaları çocuklara yönelikti. Günümüzde her yaştan insanın kutladığı doğum günü ve kesilen pasta işte o zamanların bir adetinin devamıdır. Doğum günü pastasının üstündeki mumları bir üfleyişte söndürmek, bu arada bir dilek tutmak, eğer dilek gerçekleşirse bunu kimseye söylememek adetleri de o günlerden kalmadır

* Mantık Kabul Eder, Ruh Kusar!




Bir yaz günü... Sofra kurulmuş, yemek yenilecek... Her şey hazır... Merhum Üstad Necip Fazıl Kısakürek, masanın üzerindeki içi su dolu "viski şişesi"ni görünce sorar:

"Bu ne?"

Cevap verir, oğlu;

"Baba; soğuk su için.... Buzdolabına ancak bu şişeleri koyabiliyoruz da!..."

İtiraz eder üstad:

"Olmaz!.."

İzaha çalışır oğlu...

"Baba inan ki çok iyi temizledik, bol sabun ve kaynar sularla yıkadık."

Üstad yine "olmaz" der ve şu ibretli sözler dökülür ağzından:

" O halde oğlum; yarın lazımlık satan bir dükkana gideceksin ve oradan el değmemiş bir lazımlık alacak, çorbanı da bu lazımlıkla içeceksin!

İçebilir misin?...

Elbette içebilirsin... Hiçbir mahzuru da yok...

Amma velakin; mantığın kabul etse de, ruhun kusar bu çorbayı!"

* Dünyanın En Asil ve Dürüst Milleti ...

1900’lü yılların başlarında İstanbul Bahçekapı’da ünlü bir terzihanenin sahibi olup bütün İstanbul’un kalburüstü zenginlerini giyindiren Macar bir terzi vardı: Mösyö Back. Devrin en ünlü kulübü Circle Dorian’ın (Sirkıldoryan) devamlı müşterilerinden olan Mösyö Back bir gece toplantı hâlinde bulunan İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Rum, Ermeni ve Yahudi dostlarına şu sözleri söyler:

- Efendiler! Ticarethanemde tezgâhtarlık eden bir Türk vardı. Kendisini askere çağırdılar. Giderken, daha evvelden ticarethanemden aldığı on beş lira borcu veremeyeceği için özür diledi ve harpten döndüğü vakit ödemek üzere benden mühlet istedi. Elden ne gelir, ben de razı oldum ve bu parayı unuttum. Umumî Harp (I. Dünya Savaşı) bittikten bir müddet sonra genç bir delikanlı ziyaretime geldi ve tezgâhtarın oğlu olduğunu söyleyerek,

- Babam harpte şehit düştü. Vasiyeti mucibince size olan borcunu getirdim, dedi. Ardından da borcu daha evvel ödeyemediği için özür diledi. Ben duygulanmıştım. Parayı almamakta ısrar ettim. O zaman delikanlı pek üzüldü ve:

- Bu babamın vasiyetidir, dedi. Eğer almazsanız ruhu muazzep olur. Üstelik benim için bir namus borcu sayılır...
Sözlerinin burasında Mösyö Back’in gözleri yaşarmış ve bir müddet bekledikten sonra şunları der :

- Efendiler!.. Dünyanın en asil, en doğru, en namuslu milleti Türk milletidir.

* Necip Fazıl ve Osmanlı Arması!

Necip Fazıl Kısakürek in 1954 lü yıllarda çıkardığı Büyük Doğu mecmuasının bir sayısının kapağında, Osmanlı arması işlemeli sanat eseri bir kumaş resmini yayınlayınca, "padişahlık propagandası yapmak " gibi saçma bir gerekçe ile derginin o sayısının toplatılmış ve kendisi de suçlanarak mahkemeye sevkedilir.

Necip Fazıl’ın mahkemede kendisini suçlayan savcıya gayet ibretli bir şekilde vereceği cevap ise şu olur:

- ''İçinde adalet işlerine bakılan bu binanın tepesinde aynı Osmanlı arması var Siz de mi padişahlık propagandası yapıyorsunuz?"

* İnönü Şair Olursa ..

"Süleymaniye'de Bayram Sabahı " Şairi Yahya Kemal'in bir gün:
"Bu iş yanlış oldu! ben devleti yonetmeliydim, İsmet Paşa da (inonu) Şiir yazmalıydı." demesi üzerine dostları sorar :
- "Neden üstad ?" diye sorduklarında şair cevap verir:

- " Hiç olmazsa o zaman sadece şiir mahvolurdu!

4/21/2008

(: - Zafer Akıllının

Bir ingiliz fıkrası;

Yaşlı zengin ve ukela bir ingiliz asilzadesi kadın sürekli olarak yaşlı becerikli ve huysuz bahçıvanının işlerine sürekli karışıp dururmuş. Bu duruma artık dayanamayan bahçıvan sinirle "Eşşek" diye asilzade hanımefendisine hakaret eder.
Sinirlenen kadın soluğu mahkemede alır ve Bahçıvanı ettiği hakaretten dolayı dava eder.

Mahkemede hakim bey tarafları dinler,
Davacı Hanımefendi; "Davalı bahçıvan şahsıma Eşşek diyerek hakaret etmiştir hakim bey."
Hakim davalıya sorar; "Doğru mu?"
Davalı Bahçıvan "Evet hakim bey Eşşek dediğim doğru, Peki bu suç mu?"
Hakim bey "Bir hanım efendiye Eşşek demek suçtur ve ayıptır. Derhal hanım efendiden özür dileyiniz!"
Davalı bahçıvan hakime sorar, "Tamam efendim özür dileyeceğim ama Bir eşşeğe hanım efendi demek suç mu?"
Hakim bey "Hayır bunda bir suç yok" der.

Hemen akabinde Bahçıvan Hanım efendiye döner ve "Özür dilerim hanımefendi" der.

Mecliste ilk Başkanvekili Yumruklayan Kişi: KAMER GENÇ

Sabah gazetesi yazarı Yavuz Donat'ın aktardığı çok ilginç bilgiler...

Meclis'te ilk başkanvekili yumruklayan vekil ünvanı Kamer Genç'te... Bir zamanlar Kamer Genç yine sözünü dudaktan esirgemeyen bir vekildi. Başkanvekili Hocaoğlu onun için "mazereti var" anlamında "mazur" derdi. Kinlenen Genç, Hocaoğlu'nun odasını basıp yumruğu patlatmıştı.

"Meclis'te yumruk-2008

Bir zamanlar" Kamer Genç "yine" milletvekiliydi.
Adana milletvekili merhum Yılmaz Hocaoğlu da "TBMM Başkan Vekiliydi." Kamer Genç yine "ateşliydi, muhalifti, sözünü dudaktan gözünü budaktan esirgemezdi."
Başkanvekili Hocaoğlu da, Kamer Genç için, TBMM Başkanlık kürsüsünden, "mazur" derdi. Yani "onun mazereti var, hoş görülür, affedilir" anlamında.
Yılmaz Hocaoğlu "aynı sözü" defalarca söylemişti. Ve bir gün TBMM'deki görüşmelere "birkaç dakika ara verilmişti."
Haftalardır "kinlenen" Kamer Genç, TBMM Başkanvekili Hocaoğlu'nun odasını basmıştı:
- Ben "mazurlu" muyum?.. Ne demek "mazurlu?" Yetti be!.
Ve "yumruğu patlatmıştı."
Rüzgar eken fırtına biçer.
Ama siyasette şiddetin, Meclis'te adam dövmenin "çifte standardı" yoktur.
"Dün" Kamer Genç'in, Hocaoğlu'nu dövmesi de "çirkindi."
"Bugün" AK Partililer'in Kamer Genç'in üstüne tekme tokat yürümesi de."
Sabah


* NE EKERSEN ONU BİÇERSİN DEMİŞ CEDDİMİZ ...

* Necip Fazıl ve Nazım Hikmet Diyaloğu

Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in, Nazım Hikmet'e yolladığı bir mektupta (11 Nisan 1936 tarihli) aralarında geçen bir konuşmayı lanse eder..

Günlerin birinde Bâbıâlide, Staynburg lokantasında Necip Fazıl ve Nazım Hikmet arasında ilginç bir diyalog geçer;

Necip Fazıl - Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?

Nazım Hikmet - Ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. Başka ne yapabilirim?

Necip Fazıl - Kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun?
Nazım Hikmet - Potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten menederler.

* Nazım Hikmet'in Unutturulmak İstenen Şiiri '' Ağa Camii ''

Buraya Nazımcıların pek hazzetmediği, kabul etmek istemediği ''Ağa Camii'' şiirini asacağım.

Ağa Camii

Havsalam almıyordu bu hazin hali önce
Ah, ey zavallı cami, seni böyle görünce

Dertli bir çocuk gibi imanıma bağlandım;
Allah'ımın ismini daha çok candan andım.

Ne kadar yabancısın böyle sokaklarda sen!
Böyle sokaklarda ki, anası can verirken,

Işıklı kahvelerde kendi öz evladı var...
Böyle sokaklarda ki, çamurlu kaldırımlar,

En kirlenmiş bayrağın taşıyor gölgesini,
Üstünde orospular yükseltiyor sesini.

Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor,
Yalnız senin göğsünde büyük ruhun ağlıyor.

Kendi elemim gibi anlıyorum ben bunu,
Anlıyorum bu yerde azap çeken ruhunu

Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen
Bir teselli bulurdun ruhumu görebilsen!

Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster
Mukaddes huzurunda el bağlamayan bu yer

Bir gün harap olmazsa Türkün kılıç kınıyla,
Baştan başa tutuşsun göklerin yangınıyla!


Nazım Hikmet Ran



Ağa Camii, İstiklal Caddesinden Galatasaray'a doğru inerken sağ tarafta kalır ve her Galatasaraya doğru indiğimde Nazım-ın bu şiiri aklıma gelir. Yazılış tarihi yanılmıyorsam 1921, yanlış da olabilir.

Ve, ömrünün son demlerinde 'doğru yol'u bulabilmiş olan Nazım Hikmet'in o dönemde yazdığı şiirlerden biri;

Mevlana

Silindi gönülden acı
Kalbe muhabette buldum
ilacı
Ben de müridinim işte
Mevlana.
Ebede set çeken zulmeti
deldim
Aşkı içten duydum, arşa
yükseldim
Kalpten temizlendim, huzura
geldim
Ben de Müridinim işte
Mevlana.

Nazım Hikmet

4/20/2008

II. Abdülhamid Suikastı (Yıldız Suikastı)

1905 yılının 21 temmuzuydu. Padişah II. Abdülhamid'e Yıldız camisindeki cuma selâmlığından çıkmış, arabasına doğru ilerliyordu. Her zamanki gibi, caminin merdivenlerinden inecek ve dört yüz metre ileride bekleyen arabasına binecekti. Fakat bu sefer ufak bir gecikme olmuştu. Şeyhülislâm Cemalettin Efendi, Abdülhamid’in yolunu kesmiş, bazı konularda bilgi istemişti.

Padişah II. Abdülhamid'le Şeyhülislâm Cemalettin Efendi arasındaki konuşma oldukça uzamıştı. Tam bu sırada korkunç bir patlama duyulmuş, arkasından araba parçaları ve insan kol ve bacakları dört bir yana savrulmaya başlamıştı. Padişahın yanında bulunanlar korkuyla kaçışıyor, canlarını kurtarmak için sığınacak yer arıyorlardı. O kadar kalabalığın arasında kılını kıpırdatmayan, yüzünde en ufak bir heyecan ve korku izi görülmeyen tek bir kişi vardı: Korkaklıkla suçlanan, II. Abdülhamid..

Ortada heykel gibi kıpırdamadan duruyordu. Yaverlerinden Miralay Sadık Bey korku ve telâştan kılıcını yere düşürmüş. Miralay Süleyman Şefik Bey de apoletini kaybetmişti. Çevresindekilerin can kaygısına düşüp çil yavrusu gibi dağılmaları, II. Abdülhamid’i çok kızdırmış ve olaydan sonra yaveri için :

"Kılıcını düşüren yaveri maiyetimde görmek istemem, Trablus'a sürgün gidecek!.." emrini vermişti. Tehlike savuştuktan sonra, sığındıkları yerlerden çıkanlara Padişah şunları söylemişti:

Ve sükunetle arabasına binip, dizginleride eline alıp saraya doğru yönelmiştir.

Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurmaya çalışan Ermeni Komitacıları karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Padişah II. Sultan Abdülhamid'i öldürmek istemişlerdi. Kendileri bu işte yeteri kadar tecrübeli olmadıklarından, Avrupa ve Rusya'daki uluslararası anarşistlerle ilişki kurmuşlar, onlardan Abdülhamit'in öldürülmesi konusunda yardım ve destek sağlamışlardı.

Bu iş için özel olarak İstanbul’a gelenlerden biri de Belçikalı ünlü anarşist Edvard Jorris'ti. O dönemde anarşizm bütün dünyayı sarmış, suikasta uğramayan hükümdar ya da cumhurbaşkanı hemen hemen kalmamıştı. Şimdi sıra II. Abdülhamid'teydi. Edvard Jorris, göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş, Padişah'ın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı. Abdülhamid, cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra, 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu. Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris, bu sürenin hiç değişmediğini. Padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu, daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü.

Suikastı hazırlayan örgüt oldukça genişti. Jorris'ten başka, Rusya'dan gelen Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Hacı Nişan Minasyan, Mıgırdıç Serkis Garibyan, Karabet Ohanesyan, Vahram Sabun Kendiryan, Silviyoriçi, Sari Torkom, Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleriydiler.

Hazırlanan plana göre, Yıldız camisi önünde bomba çatlatılıp II. Abdülhamid öldürüldükten sonra, Galata Köprüsü, Tünel, yabancı banka ve kurumlar havaya uçurulacak, yabancı devletlerin işe karışmaları sağlanacaktı. Filibe şehrinde Ermeni Komitacıları büyük bir toplantı yapmışlar, bu toplantıya Slav ve Siyonist örgütleri de katılmıştı. Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar da bu toplantıda bulunanlar arasındaydı. Yapılan görüşmeler sonunda plan hazırlanmış ve II. Abdülhamid'in Yıldız camisinden çıkarken öldürülmesi kararlaştırılmıştı.

Gerçek adı Kristofor Mikaelyan olan fakat Samuel Fayn takma adiyle dolaşan Rus Ermenisi, Viyana'da Neseldorfer Wagenbefcu Fabriks Geselschaft firmasına bir fayton yaptırmış ve bunu parça parça Türkiye'ye sokmuşlardı. Deniz yoluyla gelen faytonun parçalarını İstanbul’da komitenin adamı Silviyoriçi alıyor, muayenesiz geçmesi için de gümrük memurlarına para yediriyordu.

İçine patlayıcı madde yerleştirilecek biçimde yaptırılan bu araba, bir araya getirildikten sonra, Şişli dışında denenmiş, amaca uygun bulunmuştu. Faytona 80 kilo patlayıcı maddeyle 20 kilo demir parçası konmuş, arabaya koşulacak atlar da, o dönemin ünlü tiyatrocularından "Kel" Hasan Efendi’den satın alınmıştı. "Machine İnfernale-Cehennem Makinesi" adı verilen ve bombayı istenilen zamanda patlatacak olan araç, Fransa'dan getirtilmişti. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra, 21 Temmuz 1905 cuma günü fayton, Abdülhamid'in dört at koşulu arabasının yanına bırakılmış, Padişahın camiden dışarıya çıkması beklenmeye başlanmıştı.

Abdülhamit, caminin kapısında görününce Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Cehennem Makinesini çalıştırarak, bomba 1 dakika 42 saniye sonra patlayacak duruma getirilmişti. Fakat Padişah, kapı önünde Şeyhülislâm Cemalettin Efendi'yle konuşmaya dalınca, süre dolmuş, Abdülhamit ölümden kurtulmuştu. Suikast amacını gerçekleştirememişti ama, tam 26 kişi ölmüş, 58 kişi de yaralanmıştı. Ayrıca, 17 arabayla 20 at da parçalanmıştı. Cehennem Makinesi'ni çalıştırdıktan sonra kaçamayan Kristifor Mikaelyan da ölüler arasındaydı.

Suikastçılardan birçoğu yabancı pasaport taşıdıklarından yurt dışına kaçmışlardı. Fakat Edvard Jorris yakalanmıştı. Arabanın parçaları arasında bulunan Neseldorfer kelimesiyle 11123 rakamı, olayın aydınlanmasını sağlamış, konuşmamakta direnen Edvard Jorris de her şeyin ortaya çıktığını görünce, bütün bildiklerini anlatmıştı. Suikastçılardan Hacı Nişan Minasyan, sorgusu sırasında gittiği yüznumarada, teneke ibrikle bilek damarlarını ve karnını yırtarak intihar etmiş, geri kalanlar idam cezasına çarptırılmışlardı.

Ulu Hakan Abdülhamid, Edvard Jorris'i bağışlamış, ayrıca kendisine 500 altın vermişti. Jorris, daha sonraları Avrupa'da Abdülhamid'in bir ajanı olarak çalışmış, saraya önemli raporlar göndermiştir.

Abdülhamid'in Ermeni Komitacıları tarafından öldürülememesi, nedense Tevfik Fikret'i pek üzmüş ve bu üzüntüsünü "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiirinde şu mısralarla belirtmişti :

"Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın.
Attın fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın"

* Dünya'da İlk Standart Kanunu

DÜnya'da İlk Standart Kanun
Kanunname-i İhtisab-ı Bursa (Bursa Belediyesi Kanunu), dünyanın ilk standart kanunudur. Sulan II. Bayezid zamanında, 1502 yılında yürürlüğe giren kanun o günün ilk, bugünün hala eskimemiş kanunudur.

Bu fermanda; hayvan ürünleri, türlü sebze-meyve, tuz, ekmek, sanayi ürünleri, tekstil ürünleri, tarım-tahıl ürünleri, orman ürünleri, deri ürünlerinin satışları, konulacak fiyatlar ve kaliteleri bir standarda bağlanmıştır.

Bu standartlardan bazılar şunlardır :

Çörekler :
Ekmek ağırlığının yarısı olup ak undan olacak ve unun bir kilesine bir okka (400 dirhem) yağ konulacak.

Meyvalar :
Kaplı (yeşil kabuklu) fındığın kaplı olarak bir okkası, bir akçeye olacak. Kapsızın 200 dirhemi, bir akçeye olacak ve mevsimi geçtikten sonra 125 dirhemi, bir akçeye olacaktır.

Sebzeler :
Aş kabağına (taze kabak) 3 gün narh olmayacak. Üç günden sonra üç okka, bir akçeye olacak. Haftasında 4 okka, ikinci haftasında 5 okka, üçüncü haftasında 6 okka, dördüncü haftada 8 okka, bir akçeye olacak.

Kuyumcular :
Kullanılan gümüş 80 ayardan düşük olmayacak. Altının miskali de 60 akçelikten aşağı olmayacak.

* Osmanli İmparatorluğu Topraklarında Kurulan Ülkeler

Avrupa

1. Türkiye
2. Bulgaristan (545 yıl)
3. Yunanistan (400 yıl)
4. Sırbistan (539 yıl)
5. Karadağ (539 yıl)
6. Bosna-Hersek (539 yıl)
7. Hırvatistan (539 yıl)
8. Makedonya (539 yıl)
9. Slovenya (250 yıl)
10. Romanya (490 yıl)
11. Slovakya (20 yıl) Osmanlıdaki adı:Uyvar
12. Macaristan (160 yıl)
13. Moldova (490 yıl)
14. Ukrayna (308 yıl)
15. Azerbaycan (25 yıl)
16. Gürcistan (400 yıl)
17. Ermenistan (20 yıl)
18. Güney Kıbrıs (293 yıl)
19. Kuzey Kıbrıs (293 yıl)
20. Rusya'nın güney toprakları (291 yıl)
21. Polonya (25 yıl) -himaye- Osmanlıdaki adi: Lehistan
22. İtalya'nın güneydoğu kıyıları (20 yıl)
23. Arnavutluk (435 yıl)
24. Belarus (25 yıl) -himaye-
25. Litvanya (25 yıl) -himaye-
26. Letonya (25 yıl) -himaye-
27. Kosova (539 yıl)
28. Voyvodina (166 yıl) Osmanlıdaki adi: Banat Asya


Asya

29. Irak (402 yıl)
30. Suriye (402 yıl)
31. İsrail (402 yıl)
32. Filistin (402 yıl)
33. Ürdün (402 yıl)
34. Suudi Arabistan (399 yıl)-Ecdat Mekke ve Medine'ye hizmet etmiştir-
35. Yemen (401 yıl)
36. Umman (400 yıl)
37. Birleşik Arap Emirlikleri (400 yıl)
38. Katar (400 yıl)
39. Bahreyn (400 yıl)
40. Kuveyt (381 yıl)
41. İranın batı toprakları (30 yıl)
42.Lübnan (402 yıl)


Afrika

43. Mısır (397 yıl)
44. Libya (394 yıl) Osmanlıdaki adi:Trablusgarp
45. Tunus (308 yıl)
46. Cezayir (313 yıl)
47. Sudan (397 yıl) Osmanlıdaki adi: Nubye
48. Eritre (350 yıl) Osmanlıdaki adi: Habeş
49. Cibuti (350 yıl)
50. Somali (350 yıl) Osmanlıdaki adi: Zeyla
51. Kenya sahilleri (350 yıl)
52. Tanzanya sahilleri (250 yıl)
53. Çad'ın kuzey bölgeleri (313 yıl) Osmanlıdaki adı: Resade
54. Nijer'in bir kısmı (300 yıl) Osmanlıdaki adi: Kavar
55. Mozambik' in kuzey toprakları (150 yıl)
56. Fas (50 yıl) -himaye-
57. Batı Sahra (50 yıl) -himaye-
58. Moritanya (50 yıl) -himaye-
59. Mali (300 yil) Osmanlıdaki adı: Gat kazası
60. Senegal (300 yıl)
61. Gambiya (300 yıl)
62. Gine Bissau (300 yıl)
63. Gine (300 yıl)
64. Etiyopya'nın bir kısmı (350 yıl)

* Üstad Necip Fazıl'ın Alicenaplığı ...

Bir keresinde adamın teki [Nazım Hikmet] Üstad Necip Fazıl'ı sakallı hali ile görür.Amacı ise üstadı kızdırmaktır.
Üstadın yanına gelip sinsi bir şekilde ;

- Beyim bu ne hal maymuna dönmüşsün" der...

Üstad ise kendini hiç kasmaz ve yüzünü duvara döner;

- "Şimdi de duvara döndüm" der...

* Siz Baytar mısınız ?

Mehmed Akif'in katıldığı panelde her soruya şaşırılacak derecede hoş cevaplar vermesi üzerine gençlerinden biri, Mehmed Akif'i küçük düşürmek için:

-Affedersiniz, demiş. Siz baytar mısınız?

'Mehmed Akif', hiç istifini bozmadan şu cevabı verir:

-Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?

* Kiralık Daire!...

Bazı büyük adamların ölümlerinden sonra yaşadıkları evlerin üzerine birebirinden farklı ifadelerin yer aldığı levhalar asılırmış.
İşte böylesine bir konunun konuşulduğu bir toplantıda Şair Florinalı Nazım, Süleyman Nazif'e sormuş:

" Üstad! Sizce ben öldükten sonra evimin kapısının üstüne ne yazarlar? "
Soruya muhatap olan Süleyman Nâzif, şu cevabı vermiş:

"Kiralık daire!..."

4/14/2008

* VAHDEDDİN'İN İTALYA KRALI'NA CEVABI

Saraydan, kendine ait olmayan bir iğne dahi almadan ayrıldıktan sonra çok zor günler geçiren Sultan Vahdettin Mekke’de bir süre kaldıktan sonra İtalya’nın San Remo şehrine giderek vefatına kadar orada kaldı. Şehzadelik günlerinden tanıştığı devrin İtalya Kralı, Sultan Mehmed Vahidüddin’e istediği bir köşkte oturabileceğini bildirdi. Ancak aldığı cevap çok netti:

"Haşmetli Kral Hazretlerine şükranlarımızı arz ederiz. Gösterdikleri incelik ve civanmertliğe hayranım. Fakat taşıdığım ‘Müslümanların Halifesi’ ünvanı böyle bir yardımı kabul etmeye engeldir."

Oysa çok zor günler geçiriyor, bazı geceler aç bile kaldığı oluyordu. Ancak Sultan Mehmed Vahidüddin, bu durum da bile kendi durumunu düşünmüyor, ziyaretine gelen herkese Türkiye’de neler olup bittiğini soruyordu. Aldığı güzel haberlerden sonra verdiği cevap her zaman aynıydı:

"Saray ve saltanat yıkılmış ne çıkar, vatan ve millet kurtuldu ya."

* Sen Bu Devleti Tanıyamamışsın !

İnebahtı mağlubiyeti, Akdeniz'de birçok ada ve sahillere sahip olan Osmanlı Devleti'nin donanmasının mühim bir kısmının kaybına sebep olmuştu. Yeni Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa, Haçlı donanmasının herhangi bir taarruz ihtimalinden dolayı çok telaş ediyordu. Kış mevsimi boyunca bütün Osmanlı tersaneleri gemi inşasıyla meşguldü. Kılıç ali Paşa, leventlikten yetişme olup devletin esas teşkilatını bilmediğinden her zaman Vezir-i Azam Sokullu Mehmed Paşa'ya:
"Tekne inşa etmek mümkündür, fakat mesela iki yüz gemiye beş altı yüz lenger ( gemi demiri ), palamar (halat) ve ip ve her gemiye yelken ve sairenin tedarikine imkan yoktur." dermiş. Sokullu, Kaptan Paşa'ya:
"Paşa hazretleri, sen henüz bu Devlet-i Aliyye'yi tanıyamamışsın. Böyle itikat eyle; bu devlet ol devlettir ki murad edinirse cümle donanmanın lengerlerini gümüşten, resenlerini ( iplerini ) ibrişimden, yelkenlerini atlastan etmekte zorluk çekmez. Hangi geminin halatını ve yelkenini yetiştiremezsen benden al." deyince, Kılıç Ali Paşa hemen Sokullu'nun elini öpmüş ve:
" Hakikaten bildim ki donanmayı siz tekmil edeceksiniz." demiştir.

İşte bu mükemmel teşkilat ve gayret sayesinde beş buçuk ay zarfında her şey hazırlanarak iki yüzden fazla kadırga ve mavuna, donanmış olarak ilkbahardan evvel Kaptan Paşa'nın emrine verilmiştir.

4/09/2008

* Yavuz Sultan ve Şeyhülislam Zembilli

Heybetiyle cihan Padişahlarini ürküten, dünyayi iki hükümdara dar bulan, fermanlariyla yürekleri titreten Yavuz Sultan Selim, bir İslam alimi önünde boyun bükmüş, Allah huzurunda hesap verememe endişesiyle kendi fermanini yirtmiş ve bu olayin ders olmasi için dilden dile aktarilmiştir…
Bu ibret alınacak hadisenin içeriği şöyle hikayeleştirilir…

Yavuz Sultan Selim Edirne'ye gidiyordu.
Belli bir yere kadar padişahı yolcu ettikten sonra geri dönerken, devrin müftüsü Zembilli Ali Efendi, elleri arkasına bağlanmış 400 kişiye rastladı.Bunlar padişahın ipek ticaretini yasaklamasına rağmen ferman dinlemeyen tüccarlar olup, hepsi de idama mahkum edilmişti.
Bunu duyan müftü efendi atını geri çevirip sürdü.

Padişahın arkasından yetişti, her ikisi de at üzerindeydi.
Zembilli söze başlayıp dedi ki:

"Padişahım! Gördüm ki bazı adamlar bağlamışlar…
Eğer muradınız katl ise indallah helal değildir.

"Yavuz Selim Han işine müdahale edilmesine çok sinirlendi, beti - benzi attı.

"Mevlana! Nizam-ı Alem için insanların üçte birini katletmek helâl değil midir?" diye sordu.

Müftü efendi:

"Helaldir amma, cihanın işleri bozulup, fitneler çıktığı zaman helâldir" diye karşilik verdi.

Yavuz daha çok öfkelenerek, kendi emrine muhalefet etmenin en büyük fitne olduğunu söylediyse de şeyh-ül İslam, meselenin hiç te öyle olmadığını izaha çalıştı.
Bu ısrar Yavuz'u sakinleştirecegi yerde büsbütün celallendirdi ve:

-"Ben sana dedim ya, saltanat işlerine karişmak senin vazifen degildir !" diye çıkıştı.

Zembilli Ali efendi de asabileşmişti:

-"Sultanım, bu ahiret işidir. Buna karışmak benim vazifemdir. Eğer affederseniz, kurtulursunuz.
Aksi halde büyük bir ilahi cezaya müstahak olursunuz" diyerek selam bile vermeden padişahın huzurundan ayrıldı.

Sultan Selim bir müddet olduğu yerde kalıp, düşünceye daldı.
Devlet erkanı, atlarının üstünde hayret ve dehşet içinde bekleşiyordu.Yavuz Sultan, suçluların hepsini bağışladı.
Sonrada Şeyh-ül Islam Zembilliye bir mektup göndererek:

-"Anadolu ve Rumeli kazaskerliğini birleştirip, sana verdim.Bildim ki cümle sözünde hak üzeresin" dedi.Zembilli Ali efendi özür beyan ederek, bu büyük makam ve mansıbı kabul etmediğini bildirdi.

Zira Zembilli gibi büyük alimler için ilim rütbesinin üzerinde bir başka makam yoktu.
Yavuz Sultan Selim gibi büyük sultanların korkacağı yegane divan da ilahi adalet divanıydı.

Türk'ün Bulduğu İLK'ler

İlk kağıt fabrikasını kuran alim İbni Fazıl
• Kızamık ve çiçek hastalığını keşfeden; alim Razi
• Mikrobu ilk tanımlayan alim Akşemseddin
• Cüzzamı bulan alim... İbni Cessar
• Vebanın bulaşıcı olduğunu bulan alim İbni Hatip
• Verem mikrobunu bulan alim Kambur Vesîm
• Retina tabakasını bulan alim İbni Rüşd
• İlk göz ameliyatını yapan alim Ammar
• İlk kanser ameliyatını yapan alim Ali bin Abbas
• Küçük kan dolaşımını bulan alim İbnünnefis
• İlk Tabipler odası başkanı Ali bin Rıdvan
• Sıfırı ilk kullanan alim Harizmi
• Trigonometriyi ilk bulan alim Battani
• Tanjant, kotanjant ve kosekantı ilk kullanan alim Ebul Vefa
• Trigonometri kitabını yazan alim Nasiruddin Tusi
• İlk trigonometrik dönüşüm formülünü bulan alim İbni Yunus
• Binom formülünü ilk bulan alim Ömer Hayyam
• İlk difransiyel kitabını yazan alim. Sabit bin Kura
• Ondalık kesiri ilk bulan alim Gıyaseddin Cemşid
• İlk usturlabı yapan alim Zerkali
• Dünyanın döndüğünü keşfeden ilk alim Biruni
• Dünyanın çevresini ilk ölçen alim Musa kardeşler
• Güneşin yüzündeki lekeleri ilk bulan alim Fergani
• Yıldızların yer ve açıklıklarını ölçen ve ilk cetveli geliştiren alim Cabir bin Eflah
• İlk otomatik kontrol sistemleri tasarlayan alim Ahmet bin Musa
• Sibernetiği ilk kuran alim İsmail-El Gezeri
• İlk optik temellerini koyan alim İbni Heysem
• Sesin.fiziki açıklamasını ilk yapan alim Farabi
• İlk torna tezgahını yapan alim İbni Karara • Kanatlarla uçan ilk alim Hazerfen Ahmed Çelebi
• İlk uçağı yapan alim Ebu Firnas
• Yer çekimini ilk bulan alim Razi
• Sarkaçlı saati ilk yapan alim İbni Yunus
• Maddelerin özgül ağırlığını ilk hesaplayan alim Hazini
• Atomun parçalanabileceğim ilk bulan alim Cabir bin Hayan
• Gök kuşağını ilk açıklayan alim Kutbettin Şirazi
• İlk kimya laboratuarını kuran alim Cabir
• Saf alkolü ilk elde eden alim Razi
• Fosforu ilk bulan alim Beşir
• Havan topunu ilk bulan alim Fatih Sultan Mehmed

Not: Adı geçen kişi ve kurumların hepsi Türk'tür ! ...
• İlk kıta seyahatnamesini yazan alim İbni Battuta
• İlk dünya haritasını çizen alim Mürsiyeli İbrahim
• İlk ecza kitabını yazan alim İbni Baytar

4/05/2008

* PEKİ NASIL BRE? ..

Yavuz Selim Han ve canyoldaşı Hasan Can,Mısır seferine çıkacakları gün kayıkla Üsküdar’a geçerler. Nedendir bilinmez Sultan, yoldaşına takılır:

- "Hasan Can kahvaltı yaptın mı?"

Hasan Can cevap verir:-
"Evet sultanım!"

- "Yumurta seversin değil mi?"

- "Evet sultanım!"

Aradan yıllar geçer. Yollar, muharebeler, insanlar, şehirler... Nihayet Mısır seferi biter, ve İstanbul’a gelirler. Şimdi yine sandaldadırlar. Ama bu kez yönleri Sarayburnu’nadır. Sultan ansızın Hasan Can’a döner:

- " Peki Nasıl bre?"

Cevap ışık hızıyla gelir:

- "Rafadan sultanım!"

Birlikte düşünmek, beraber hissetmek... ‘Hemhâl olmak’ denilen şey bu olsa gerek.

--
Hasan Can Hazretleri Bursa Yeşil Türbe haziresinde medfûndur.
--

* BEN BU ŞİİRİ BİLİYORUM....

Yavuz Sultan Selim Han zamanında bir şâir yeni yazdığı şiirini pek beğenmiş ve sultana okumak dilemiş.

Tabii o zamanlar gerçek sanatkâra çok kıymet verildiği için, kısa zamanda huzura kabul edilmiş. Selim Han´ın yanında Hasan Can ve diğer vezirler de varmış. Şâir zât, heyecandan sesi titreyerek şiirini okumuş bitirmiş, sonra da pâdişaha bakmış.
Yavuz Selim Han hiç tereddüt etmeden :

- "Ama ben bu şiiri biliyorum."

Deyince, adamcağız şaşırmış;

- "Nasıl olur efendim, bu şiiri ben yazdım ve ilk defâ burada okuyorum." Pâdişah - "İstersen bir de ben okuyayım" demiş - "Siz bilirsiniz." Selim Han gerçekten teklemeksizin adamın az evvel okuduğu şiirin aynısını okumuş.Adam şaşkınlıklar içindeyken bu sefer Hasan Can atılmış:

- "Bu şiiri ben de biliyorum sultanım. Destur verirseniz ben de okuyayım." O da okumuş. Sonra hemen yanındaki vezir ve diğerleri de sırayla okumuşlar.
Böylece huzurda şiiri okuyan on kişi çıkmış. Şâir ne yapacağını şaşırmış;

- "Nasıl oluyor anlayamıyorum efendim. Ama bu şiiri gerçekten ben yazdım" diye kendini savunmaya çalışmış. Neyse ki sonradan gerçeği anlatıp, adamcağızın gönlünü almışlar.


Pâdişah´ın duyduğunu bir seferde ezberlediğini, Hasan Can´ın ve diğerlerinin de sırayla artan sayılarda ezberleyebildiklerini söylemişler. Böylece şâir de rahatlamış ve gönlünün isteğinin hayli fazla altınla ödüllendirilmiştir ..."

* FATİH'İN DİLENCİ KARDEŞİ

Taşköprülüzâde Mehmed Kemâlüddin Efendi’nin (Tuhfetü-l Ahbab) yâhut “Târih-i Sâf” adındaki eserinin birinci cüzünün 1287 İstanbul tab’ının 57-58. sayfalarında Fatih Sultan Mehmed’in hazır cevaplığını gösteren çok hoş bir menkıbe nakledilir: Hem kıssa, hem hisse sayılabilecek olan bu tatlı menkıbeye göre İstanbul Fâtih Sultan Mehmet bir gün atına binip ava çıkarken, karşısına bir dilenci çıkar: Fatih de cebinden bir altın çıkarıp verir, bir altını az gören dilenci:

— Padişahım, ben senin kardeşin olduğum halde nasıl oluyor da sen bana tek bir altın verirsin? Şu hareketin insâfa sığar mı?
Diye feryâd ve figâna başlamış! Bunun üzerine Sultan Fâtih atının dizginini çekip durmuş ve dilenciyi yanına çağırıp sormuş:

— Bu ne söz böyle. Sen benim kardeşim olduğunu nasıl iddiâ edebilirsin?
Dilenci de hemen cevabını dayamış:

— Nasıl olur da sen benim kardeşim olduğunu bilmezsin? Hiç öyle şey olur mu?
Fatih Sultan Mehmed, kardeşliğin sırrını öğrenmekte ısrâr edince, nihâyet cesur dilenciden şu cevâbı almış:

— Padişahım, ikimiz de Âdem babamızın oğulları değil miyiz?
Bu cevaptan çok hoşlanan Sultan da şöyle mukâbele etmiş:

— Eğer öteki kardeşlerimiz de haber alacak olurlarsa, senin hissene bu bir altın bile düşmez! Bununla beraber, bu nükte çok hoşuna gittiği için, cömert Sultan dilenci kardeşine ihsanda bulunmuş ve ''ufuk hakimiyeti''ne devam etmiştir ...

* Şeyhülislam'ın Gayrimüslim Halkın Hakkını Savunması ...

Merhum Muhammed İkbal'in 1912 yılında Edirne'yi kahramanca savunan Şükrü Paşa hakkında bir şiiri olduğunu bilir miydiniz? Şükrü Paşa, zahiresinin tükendiği, askerlerinin bir lokma ekmeğe muhtaç kaldıkları bir sırada can havliyle şehirde sıkıyönetim ilan etmiş ve gıda maddesi adına ne bulurlarsa ordunun ambarlarına taşınmasını emretmiştir.

Nitekim dediği yapılmış. Şaşıracaksınız belki ama sıkıyönetim ilan olunduğu için kimsenin sesini çıkaramadığı bu kritik anda "Hakkın sesi"ni şehrin müftüsü çınlatmış ve "hiddetinden Tur dağı gibi parlamıştır. Müftü, gayrimüslimlerin hukukunu savunmuş ve Paşa'nın ancak Müslümanların malına el koyabileceğini, "zımmî"nin, yani Müslüman olmayanların malının haram olduğunu haykırmıştır.

(Bkz. İkbal'in "Bang-ı Derâ" adlı kitabındaki "Edirne Kuşatması" başlıklı şiir.)

* Bazi Ülkelerin Ders Kitaplarinda Türkler

A.B.D.

Öğretmen Eğitimi Tarih – Sosyal Bilimler Kitabında;

1894-1896 yılları arasında Sultan Abdülhamit 100 binden fazla Ermeniyi katletti. Ermeniler Türklerin yayılmacı Pantürkizm planının önünde engeldi. Bu nedenle Türk yöneticiler onlardan kurtulmaya karar verdiler.

Ermeni Soykırımı Nasıl Gerçekleştirildi?

-Türk Ordusundaki Ermeni askerlerin silahları alındı, zor işler verildi ve daha sonra öldürüldü. Ermenilerin eğitim, siyaset, din ve kültür liderleri tutuklandı ve öldürüldü.-İmparatorluk dahilinde yerel yetkililere, Ermeni nüfusa karşı nefret uyandırmalarını emreden talimatlar gönderildi.-Kadın, çocuk ve yaşlılar tehcir bahanesiyle çöle ölüm yürüyüşüne gönderildi. Ermeni nüfusun bütün mallarına ve zenginliklerine Türkler el koydu.-Bazı durumlarda, eğer Ermeniler Hristiyanlığı reddedip İslamı kabul eder ve Türk olduklarını söylerlerse hayatlarını kurtarabiliyorlardı. Ermeni soykırımının amacı Osmanlı İmparatorluğunun içindeki Ermenileri yok etmekti.-Ermeni soykırımı Yahudi soykırımının öncüsüdür.-1909 yılında Kilikya bölgesinde 30 bin Ermeni katledildi. 1915-1922 yılları arasında 1.5 milyon Ermeni öldürüldü; 500 bini de sürgüne gönderildi.-Tehcir sırasında savunmasız kadınlar ve çocuklar Suriye Çöllerinde haftalarca yürümeye zorlandı; tecavüz ve işkenceye maruz kaldı. Binlercesi zorla Türk ve Kürt evlerinde ve haremlerinde alıkonuldu.

Aşağıdaki bilgilerin ışığında diğer soykırım örneklerini tanımlayınız.-Osmanlı İmparatorluğu liderleri tarafından Ermenilere-SSCB’de Stalin tarafından köylülere, memurlara ve askerlere-Kamboçya’da Pol Pot yönetimi tarafından halka-Ruanda’da Hutular tarafından Tutsi azınlığa

RUSYA FEDERASYONU

İlköğretim Tarih Kitaplarında;

1875’in yazında Bosna-Hersek’te çıkan ayaklanma şiddetle bastırıldı. 1876’da Bulgaristan’da Osmanlı boyunduruğuna karşı bir ayaklanma çıktı ve Sırbistan ve Karadağ Osmanlıya savaş açarak Bulgar halkına yardıma koştular. Ancak az sayıdaki eğitimsiz ordu bozguna uğradı.Türk idaresinin yaptığı kanlı katliamlar Rus toplumunda infial yarattı. Kamuoyunda Yugoslav halklarının korunması fikri yayılmaya başladı. Yönetimin resmi yasaklarına karşı çoğunluğu subay olan binlerce gönüllü Sırp Ordusuna katıldı.

Haritanın lejandında dört numaralı madde Kilikya Ermeni Devletini göstermektedir.

Bölünmüş Bulgaristan, Sultan’ın düzenli ordusu için kolay lokma oldu. Daha sonra Sultan I nci Murat ordularını Sırbistan’a sürdü. 1389’da, LAZAR komutasındaki sayıca çok üstün Sırp Ordusu, Kosova Ovası’nda, kahramanca savaşıp düşmanı kıstırdılar.

Fakat Prensin en yakın adamlarından biri Murat ile haince anlaşarak savaşın en önemli anında 12 bin askerini savaş alanından çekince, sarsılan Sırp Ordusu geri çekilmek durumunda kaldı.

Prens LAZAR’ın akrabası Miloş OBİLİÇ kasten esir düşerek Sultan’a götürülmeyi talep etti. Kahraman Sırp, Hükümdar ile karşılaştığı anda hançer ile Murat’ı vurdu. OBİLİÇ’İ hemen orada parçaladılar. Komutayı alan yeni Sultan öç almak üzere tüm esirlerin ve Prens LAZAR’ın katledilmesi emrini verdi.

Fatih, 200 bin kişilik ordu, 125 parçalık donanma ve yarım tonluk gülle atan devasa toplarla taarruza geçip şehri fethetti. İmparator 11 nci Konstantin elinde kılıcıyla öldü. Sultan; şehrin, surların, binaların kendisine ait olduğunu söyleyerek bunların dışındaki herşeyi yağma için askerlerine bıraktı. Üç gün süren yağmadan sonra ganimet ve kölelerden zengin olmamış bir tek asker kalmadı. Bizans Ordusu yok olmuş, ahalinin çoğu ölmüştü. Şehir İstanbul olarak adlandırılıp başkent oldu. Türkler tarafından bir çok Ortadoks kilisesi yıkıldı. Ayasofya ise camiye çevrildi.

Kemal, iktidarda güçlenince diktatörlüğünü kurdu. Demokratik ve kominist organizasyonları dağıtıp reformlara girişti. Türkiye’de Cumhuriyeti ilan edildi, ruhani dünya sekülarize edildi.

Güçlükler ekonomi ile sınırlı değildi. Çözümsüz bir çok sorun arasında Kürt sorununa dikkat etmek gerekmektedir. Lozan Antlaşması’na göre Kürtlerin yaşadıkları yerler Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırları dahilinde bölünmüştü.

60’lı yıllarda kurulmuş olan Kürdistan İşçi Partisi 1984 yılında Kürtlerin yaşadıkları bu dört ülkedeki topraklarda bir Kürdistan devleti kurmak amacıyla silahlı mücadeleye girişti. Ülkenin Güneydoğu Bölgesi’nde *** savaşçıları ile Türk Ordusu arasında silahlı faaliyet başladı.

Askeri faaliyetler Türkiye’ye yıllık olarak 10 milyar dolara malolmuştur. Kürt sorununa çözüm halen bulunamamıştır.

Türkiye Miğfer Devletler’in kaçınılmaz mağlubiyetlerine kanaat getirince Almanya ve Japonya’ya savaş açtı. Bu açık sembolik hareket Türkiye’ye BM’nin kurucuları arasında yer alma olanağı sağladı. Fakat uluslararası prestijini büyük oranda kaybetti. Özellikle SSCB ile ilişkileri kötüleşti.

ALMANYA

İlköğretim Yardımcı Yayını Coğrafya Atlasında;

-Kuzeydoğu Anadolu Bölgesi “Armanisches Hochland” (Ermeni Dağlık Alanı) olarak gösterilmiş,-Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin bir kısmı “kürdistan” olarak gösterilmiş,-Haritanın Kıbrıs’ı gösteren kısmında “Türkiye tarafından işgal edilmiştir.” yazmaktadır.

İlköğretim Coğrafya Kitabında;

Bir halk milliyeti için savaşıyor (Kürtler). 5000 yıldır yaşadıkları bölgede Osmanlı ve Perslerin değirmen taşları arasında kalmışlardır. Onların bölgesi Birinci Dünya Savaşı’nda birçok ülkeye paylaştırıldı. O ülkelerden hiçbiri Kürtlere bağımsızlık ya da dil özgürlüğü vermedi. Bölgede petrol olması durumu gerginleştiriyor. Kürtlerin bağımsızlığı hedefleyen tüm girişimleri Türkiye ve Irak tarafından çoğunlukla kanlı bir şekilde bastırılmıştır.

İlköğretim Coğrafya-Çevre Bilgisi Kitabında;

(Kürtler) 16-20 milyonluk bir topluluktur. Türkler bölgeye gelmeden önce de burada yaşıyorlardı. Toplam beş bölge ülkesinde yaşayan Kürtler devlet kurma arzusundadırlar. Türkiye ve Irak’ta, askerler ve Kürtler arasında silahlı çatışma olmaktadır. Türk Askerleri aileleri bölmekte, işkence yapmaktadır.

İlköğretim Tarih-Coğrafya Kitabında;

-Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Bölgesindeki bazı iller “kürdistan”,-Karadeniz Bölgesi’ndeki Canik Dağları “Pontus Gebirge” (Pontus Dağları) olarak gösterilmiştir.

İlköğretim Coğrafya Kitabında;

-Kuzeydoğu Anadolu Bölgesi “Armanisches Hochland” (Ermeni Dağlık Alanı),-Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin bir kısmı “kürdistan” olarak gösterilmiştir.-Kıbrıs’ı gösteren kısmında “Türkiye tarafından işgal edilmiştir.” yazmaktadır.İlköğretim Coğrafya – Atlas Yardımcı Yayınında;Haritada Türkiye-İran sınırı kürdistan olarak gösterilmiştir.

İlköğretim Tarih – Coğrafya Kitabında;

Ermenilerin Rus ordusunu desteklemesinden korkan Osmanlı İmparatorluğu onları göç ettirmeye başladı. Gerçekten de ulusal bağımsızlığı için mücadele eden Ermeniler vardı.

Göç oldukça kanlıydı; yüz binlerce Ermeni göç yolunda açlık ve yorgunluktan, kervanları soyan göçebelerin baskınlarından hayatlarını kaybettiler. Bu halkın ölüme terk edilmesi Talat Paşa Hükümetinin saf Türk ya da saf Müslüman Anadolu oluşturma hedefinin bir işaretiydi.

İlköğretim Tarih – Coğrafya Kitabında;

Ermenilerle ilgili: Türkler tarafından 1914-1918 yılları arasında soykırım yapılmıştır. Sevr’de garanti edilen bağımsız Ermenistan oluşturulamamıştır.

Ermenilerin topraklarının büyük kısmı Türkiye’de kalmıştır.

İlköğretim Tarih Kitabında;

Kürtlerle İlgili: Türkiye’de resmi olarak Kürt yoktur, bunun yerine “Dağlı Türkler” vardır. Kürdistan Kürtlerin yaşadığı bölgedir. Burası Türkiye, İran, Irak tarafından paylaşılmıştır.

İlköğretim Hayat Bilgisi Kitabında;

Türkiye ile İlgili: Konuşulan resmi dil Türkçe ve Kürtçe’dir. Yönetim şekli 1982’den bu yana cumhuriyettir.

İlköğretim Tarih – Coğrafya Kitabında;

Kürtler, Türkiye ve Irak yönetimiyle çatışma içinde ve birçok insanlarını kaybetmiş durumdadırlar. Su sorunu çözülmeden bölgedeki Kürt probleminin de çözülmeyeceği ortadadır.Irak rejiminden kaçan Kürtlerden 6700 kişi Türk sınırında, kirli su ve buna bağlı hastalıklardan dolayı öldü.

Haritada: Halen Kürtlerin yaşadıkları bölgeler,Planlanmış kürdistan (Sevr’e göre),Bağımsız kürdistan cumhuriyeti (1946-1947) olarak gösterilmiştir.

İlköğretim Sosyal Bilgiler Kitabında;

Türkiye Cumhuriyeti milliyetçilik temelinde kurulmuştur. Ülkede yaşayan herkes kendini Türk hissetmeli ve Türkçe konuşmak zorundadır. Fakat özellikle Doğu Anadolu’da çeşitli halk grupları geleneksel yapılarını koruyarak yaşamaktadır ve Türk Devleti’ni yabancı görmektedirler.Birinci Dünya Savaşı galipleri Kürtlere kendi devletlerini kurma sözü vermişti.80’li yıllarda Kürdistan İşçi Partisi’nin bağımsızlık savaşı şiddetlendi. İki cephe arasında kalan Doğu Anadolu halkı bunun acısını çekti.*** savaşçıları kadınları, çocukları öldürdü. Türk Ordusu iki binin üzerinde köyü tahrip etti. Türk Ordusu işkencecidir.

İlköğretim Coğrafya Kitabında;

Türkiye, bölgede yürüttüğü proje kapsamında (GAP) 21 baraj, 17 santralle her iki nehrin suyunu kendi ülkesine kullanacak. Birçok insan bu proje kapsamında yurtlarını terk edecek, iklim değişimi hastalıklara yol açacaktır.Kürtler Türk Hükümetinin baskısı altındadır, uzun zamandır bağımsızlık istekleri vardır.

İmla Klavuzunda;Eşanlamı Karşılığı türken = Vortäuschhen Sahtecilik yapmak, aldatmak.Sözlükte;Eşanlamı Karşılığı Türk = Manöver,Propaganda Manevra, abartma.Werbungtürken = Vortäuschhen Sahtecilik yapma, aldatma.Türken Bauen = Vortäuschhen Sahtecilik yapmak.

İlköğretim Coğrafya Kitabında;

İtalyanlar, Türkler ve Yunanlılar olmasaydı bizim ülkemiz ne yapardı? Kim bizim çöpümüzü toplar, caddelerimizi süpürür; büroları, hastaneleri, devlet dairelerini temizlerdi.

İlköğretim Sosyal Bilgiler Kitabında;-İstiklal Marşı sırasında gülmek yasaktır.

-Sınıflar kalabalık ve öğrencilere temizlik kontrolü (tırnak, mendil) yapılmaktadır. -Öğretmeler öğrencileri dövüyor. -Okullarda ezberci eğitim yapılmaktadır. -Sultan yerine gelen general tek eşli; eskiden erkekler dört kadınla evlenebiliyorlardı.

İlköğretim Tarih Kitabında;

Tarih dersi müfredatının “Savaş-Teknik-Sivil Halk” bölümünde, kapsanması mecburi olan konular içerisinde “İnsanlıktan Uzaklaşma” başlığı altında verilen “Savaşlardaki Dejenarasyon, Etnik Ayrımcılık, Toplu Katliam ve Soykırım” konusuna, sözde Küçük Asya’da (Anadolu’da) Ermeni nüfusuna yapılanlar soykırıma örnek olarak gösterilmiştir. Görsel öğrenme metodları olarak da mezarlıklar ve soykırım anıtlarının kullanılabileceği belirtilmiştir.

KOSOVA

İlköğretim Tarih Kitaplarında;

Kosova Savaşı’ndan sonra, Osmanlılar Arnavut topraklarını işgal ettiler. Evleri yakıp hayvanları ve diğer değer eşyaları yağmaladılar. Onlar Arnavut prensliklerini ellerinde tutmak için çocuklarını rehin aldılar. Bunların arasında Cerc Kastriot’da (İskender Bey) bulunuyordu. Osmanlı Türkleri 9 yaşındaki Cerc Kastriot'i rehin aldılar.60 yıl içinde Osmanlılar tüm Arnavut topraklarını işgal ettiler. Savaşın sonunda halk öldürüldü ve katledildi; Durs, İşkodra, Berat, Kruva ve Lej gibi büyük kentler köylere döndü. Osmanlı askeri kale, kilise, köprü ve diğer kültürel eserleri yıktılar. Bunlarla beraber çok sayıda değerli evrak da yok edildi.Osmanlı işgalinden önce Arnavutlar Hıristiyandı. Arnavutluk’un kuzeyinde Katolik mezhebi güneyinde ise Ortodoks mezhebi yaygın idi.

Osmanlı işgalinden sonra İslam dini yayıldı. Bu dini Osmanlı işgalcileri zorla yaydılar, İslam dinini kabul etmeyen Arnavutlar büyük vergiler ödemeye zorlandı. 200 yıl içinde İslam dinini nüfusun yarısı kabul etti. Arnavutlar üç farklı dine sahip olmalarına rağmen her zaman birlik içindeydiler. Onların en büyük düşmanı Osmanlı işgalcilerdi.Arnavutlar her zaman bilim ve eğitimden yana olmalarına rağmen Osmanlı yönetimi Arnavut dilinde eğitimin gelişmesini engelliyordu. Tüm baskılara rağmen Arnavutça eğitim veren okullar açıldı ve Arnavutça eserler yazıldı.“Yeniden Doğanlar” Arnavut dilinde eğitim yapan okullar açılmasına büyük önem verdi. Osmanlı işgalcileri eğitimin Arnavutça ile yapılmasına izin vermedi. Arnavut vatanseverleri büyük çabalardan sonra Osmanlı Hükümetinden Arnavutça eğitim veren okulların açılması iznini almayı başardılar.Arnavutça eğitim veren okulların açılması halkı memnun etti. Arnavutça eğitim, Arnavutluğun düşmanlarını korkuttu. Sultan, Arnavut okullarının kapatılmasını emretti. Askerler ve hainler eylemlere başladı. Okul müdürü ve öğretmenleri zehirlediler. Bazı öğretmenleri tutukladılar. Arnavut alfabesine sahip olanları ise ağır cezalara çarptırdılar.Arbria'nın işgali esnasında; Osmanlı askerleri önlerine gelen her şeyi yağmalayıp, yakıp yok ettiler, işgal edilen yerlerde Arnavut toprakları, sultan tarafından Osmanlı derebeylerine ve onlara hizmet için hazır olan yerlilere verildi. Bunlar, Osmanlı Devletinin yürüttüğü tüm savaşlara asker göndermekle görevlendirildiler.Osmanlılar tarafından işgal edilen topraklarda halkın durumu ağırlaştı. Arnavutlar iki vergi vermeye mecbur oldular; birini yerel derebeylere diğerini ise Osmanlı Devletine. Bu ağır şartlardan kurtulmak için binlerce Arnavut kırsal alandaki köylerini terk etti. Onlar, işgalci rejimin bulunmadığı serbest bölgelere, dağlara yerleşti. Osmanlı işgaline karşı ilk olarak Mati ve Debre hükümdarı olan Gjon Kastrioti ayaklandı.İtalya ve diğer Avrupa devletlerinde Hümanizm ve Rönesans devam ederken Arnavut toprakları Osmanlı işgalinde bulunuyordu. Durs, Şkodka, Tıvar, Prizren, Berat ve Leja gibi çok sayıda büyük Arnavut kentleri köye döndü. Drişti, Deya, Şurlahu ve Spinarica gibi kentler hiçbir zaman ayağa kalkamadı. Kentlerde az sayıda Arnavut kaldı. Bu kentlerde Osmanlı askeri kışlaları kuruldu. Osmanlı askerleri kentlerle beraber kaleleri, kiliseleri, manastırları ve yüzyıllar boyunca kültür mirası sayılan çok sayıda güzel binaları yıktılar. Çok sayıda tablo ve heykeller yok edildi veya kayboldu. Bunlardan çok az bir kısmı kurtuldu.1481-1506 yılları arasında Osmanlı işgali sırasında; binlerce Arnavut ailesi vatanlarını terk ettiler. Bunların büyük bir kısmı Güney İtalya'ya yerleşti. Onların büyük bir kısmı evlerine dönecekler diye dillerini ve adetlerini unutmadılar.26 Ağustos 1830'da Manastır'da, önceki suçlarının affedileceği ve hediye dağıtılacağı vaadiyle bir araya getirilen 500 Arnavut derebeyi öldürüldü.Olaylar Yunan askerlerinin düşündükleri gibi gelişmedi. Gerçekleştirdikleri devlet darbesi Türkiye'nin askeri müdahalesine yol açtı. Türkler, Kıbrıs'ın kuzey kısmını işgal edip bir Müslüman hükümet kurdu ve o dönemden sonra ada ikiye bölündü.

1478’de 150 bin kişilik Osmanlı Ordusu yeniden Kruva ve İşkodra'yı işgal etme girişiminde bulundular. II nci Mehmet komutasındaki Osmanlı askerleri iki yıl süren kuşatmanın ardından cephanesiz yiyeceksiz ve içeceksiz kalan Kruva'daki askerleri kaleyi teslim etmeye mecbur ettiler. Sultan teslim olmalarına karşılık kaleyi savunanlara özgürlük ve komşu ülkelere gidebilecekleri vaadinde bulundu ama sözünde durmadı. 16 Haziran’da kaleye giren Osmanlılar tüm erkekleri öldürerek kadın ve kızları köle olarak aldılar.Osmanlı işgalcileri, Arnavutların milli haklarını ihlal eden bir polis devleti rejimi uyguladılar. Vatansever öğretmenleri tutukladılar, okulları kapattılar, kitap ve gazetelerin basılmasını yasakladılar.

MAKEDONYA

İlköğretim Tarih Kitaplarında;

Yeniçeri ordusu 15 nci yüzyılda kurulmuştur. Başlangıçta bu ordu esir alınmış genç ve sağlam kişilerden oluşuyordu. Daha geç dönemlerde bu ordunun safları “kan vergisi (haracı)” olarak alınan Hristiyan çocuklarıyla dolduruldu.Reaya adıyla anılan esaret altına alınmış Hristiyan kitleler esas iş gücünü teşkil etmektedir. Bütün köylüler bağımlıdır ve reaya hiçbir imtiyaz hakkına sahip değildir. Sadece ağır yükümlülükleri vardır.Devlete karşı ana vergiler; haraç, hayvan vergisi, askerlik vergisi vs. şeklindeydi. En ağır vergi: “kan vergisi” yani devşirmedir. Hristiyanlar, yeniçeri askeri birliklerinin doldurulması için küçük ve sağlam çocuklarını vermeye mecbur tutuyorlardı. Kan vergisine karşı direniş çok büyüktür. Hristiyan halk bu şekilde çocuklarını Türkleştirmekten / Müslümanlaştırmaktan kurtarmak için değişik yöntemler kullanmışlardır.Osmanlı İmparatorluğundaki Hristiyan ahalinin durumu dayanılmazdı.Zulüm ve terör sıkça görünen vakalardır. İnsanların namusu ve onuruna el uzatılıyordu, kadınlar ve kızlar kaçırılıyordu.Doğu krizi döneminde Bosna-Hersek ve Makedonya’da ayaklanmalar meydana geldiğinde ve Sırbistan-Türkiye savaşı başladığında, 1876 yılında; Bulgaristan’da Türklere karşı güçlü bir ayaklanma başladı. Bu ayaklanma “Nisan Ayaklanması” olarak bilinmektedir. Türkler ayaklanmayı bastırmış ve 15 bin masum insanı öldürmüştür.Ejderhanın (Türklerin) öldürülmesi altyazısı olan Yunan kaynaklı bir karikatürde; Balkan İttifakı olarak: Sırp, Yunan, Karadağlı ve Bulgar, başında kavuğu olan bir ejderhayı öldürürken görülmektedir.Neguş ayaklanması sonunda; Neguş Kasabası Osmanlı askeri ve başıbozuklar tarafından ele geçirildi ve beş gün acımasız teröre, işkencelere ve yağmalamalara maruz kaldı. Bu esnada 1300 erkek öldürüldü ve çok sayıda köy yakıldı ve viran bırakıldı.

Meriç Savaşı’ndan sonra Osmanlılar Makedonya topraklarına kuzeydoğudan ve güneyden saldırmaya başladılar.Makedonya toprakları birçok derebey, küçük devletlere ve knezliklere bölündü. Hükümdarlar arasındaki geçimsizliklerden yararlanan Sultan 1nci Murat büyük bir direnme görmeden birçok Makedon kentini işgal etti. Çok sayıda Makedon askeri esir edilmiş, köle pazarlarında satıldı.Osmanlılar işgal ettikleri topraklarda genç ve sağlıklı çocukları topluyor, bunlara İslam dinini kabul ettirdikten sonra özel askeri eğitimden geçiriyorlarmış. Yeniçeri adlı piyade olarak savaşa katıyorlarmış.Yeniçeri askeri; kan vergisi yoluyla ele geçirilen ve sonradan İslamlaştırılan Hristiyan çocuklarından oluşan askerdir.Osmanlı işkencecilerine karşı en etkili silahlı halk direnmesi olarak, haydutluk hareketi; 19 ncu yüzyılda da gelişme kaydetmiştir.

Nyeguş ayaklanması merhametsizce bastırıldı. Bunun sonucu olarak, asker ve başıbozuklar beş gün boyunca şehri harabeye çevirdiler. Soygunculukla ellerine geçenleri alıp, cinayetler işlediler. 15 yaşından 65 yaşına kadar 1300 erkek katledildi. Otuz genç Nyeguşlu gelin çocuklarıyla birlikte Osmanlının eline düşmemek için; Nyeguş kentinden geçen Arasika Irmağının şelalesine atlayarak intihar etti. Birçok köy yakılıp coğrafya haritasından silindi.

ROMANYA

İlköğretim Tarih Kitaplarında;

Çok ciddi bir şekilde geri kalan Güneydoğu Avrupa acımasız bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu tarafından yönetilmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu değişik hakimiyet şekilleriyle birçok halkın hakimi idi: Romenler, Sırplar, Yunanlılar, Bulgarlar.

Bağımsızlık için Osmanlıya ayaklanan Yunanistan, elde ettikleri başarıları acılarla ödedi. Türkler tarafından köle olarak satıldılar, patrik ve papazlar öldürüldü. Bu zulümler Avrupa kamuoyu tarafından eleştirildi ve Osmanlıya karşı savaşın başlamasına neden oldu.

(Türkler) Hunlardan Tatarlara kadar, yaptıkları yıkıcı baskınlarla, Roma ve Hristiyan Avrupa için, Hristiyanların günahlarına karşı tanrının gönderdiği cezanın sembolü oldular.Madde 2: “Yüksek Kapı” Valahia’ya iyi niyetle gitmeyen hiçbir Türk’ü affetmeyecektir.Madde 10: Hiçbir Osmanlı, cinsiyeti ne olursa olsun, Valahia’da doğmuş olan hiçbir kimseyi köle olarak almayacak, Romen topraklarına Müslüman camisi yapılmayacaktır.

SIRBİSTAN

İlköğretim Tarih Kitaplarında;

Osmanlılar'ın işgalinden bahsedilmekte, Türklerin Hristiyanlar'dan kafir olarak bahsettikleri ve eşit muamele yapmadıkları, Sırpları sömürdükleri, baskı altında tuttukları, mallarına el koydukları, birçok vergiler uyguladıkları; başlangıçta Osmanlıların çok güçlü olmasından dolayı Sırp halkının karşı koyamadığı, Osmanlının işgal ettiği, yağmaladığı; 16 ncı yüzyılın sonunda Osmanlının ekonomik yapısının bozulmasından sonra, şiddet ve yağmacılığın daha da arttığı, idari yapıda bozukluklar meydana geldiği; işgal altındaki Sırp halkının ancak hayatını devam ettirebildiği; sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmenin durduğu; bazı Hristiyanların Müslümanlığı kabul ettiği, bunların çoğunlukla göçebe olan Güney Slavlar olduğu ve Bosna-Hersek’te bulundukları, Müslüman olduktan sonra bazı adetlerini ve dillerini korudukları fakat dini bağlarla sıkı sıkıya bağlandıkları Osmanlıları destekleyerek kendi ırklarına karşı düşman oldukları ifade edilmektedir.

Türkler, paralı piyade (yeniçerileri) oluşturmuşlardır. Yeniçeriler, Osmanlılara yenilen milletlerden alınan çocukların, askerlik sanatını öğretmeleri ve Müslüman yapılmalarıyla oluşan bir yapılanmaya sahipti. Yeniçerilik, Sultanlar tarafından Hristiyanlara yüklenmiş olan Kan Vergisiydi. Türkler, bu iki Sırp'ı keserken orada olan İlija KOLARAC şöyle anlatmıştır: "Cellat, Prens Sima'yi keserken boynunu bir vuruşta kesemedi, birkaç defa vurdu. Prens, yiğitçe “Kes! Allah aşkına...” Kılıcı bekleyen ve bağlanmış olan Yüzbaşı DRAGİÇ bağırdı... O anda başka bir Türk koşup gelmiş ve DRAGİÇ'in kafasını uçurmuştur....

"Vergiler iki katına çıkarılmış, Dayılar, yükselttikleri bütün Sultan gelirlerine (haraç, vergi, çubuk, gümrük) el atmışlardır. Haraç, iki ve üç katına çıkarılıp vergi, 15'ten 25-35 grosa yükseltilmiştir.Diğer vergiler de yükseltilmiştir. Bundan başka dayılar, subaşıları kendi isteklerine göre yargılamış; halkı dövmüş, öldürmüş, aşırı vergi almış, atları, silah ve hoşlandıklarını yağma etmişlerdir.

Kanunsuzluk ve acımasızlıkla dolu olan bu yönetim, Belgrad Paşalığında halk ve Türk yöneticileri arasında çarpışmalara sebep olmuştur.Halkta telaş ve ayaklanma hazırlıkları hisseden Dayılar, ayaklanmayı bütün önemli milli önderleri öldürmekle önlemeye karar vermişlerdir. İlk yakalananlar arasında Prens ALEKSA, İlija BİRCANİN ve Milovan GRBOVİÇ idiler. Foçalı Mehmet Ağa'nın emriyle, Prens ALEKSA ve İlija BİRCANİN, 23 Ocak 1804 tarihinde, Valjevo şehrinde, halkın gözlerinin önünde kesilmişlerdir.

ERMENİSTAN

İlköğretim Tarih Kitaplarında;

Birinci Dünya Savaşı Kafkas Cephesinde, Başlangıçta; Türkler büyük başarılar elde ettiler. Orada yaşayan Ermenileri, Yunanlıları, Asurluları katlettiler...

İlk olarak Osmanlı Ordusundaki Ermenilerin ellerinden silahlarını aldılar ve onları yok ettiler. Ermenilere yolların inşası, barikatların kurulması ve yüklerin taşınması gibi en ağır işleri veriyorlardı. Sonra da askerler ya da polis onları ellişerli-yüzerli gruplar halinde götürüp katlediyordu.

İkinci adım; önde gelen Ermenileri (doktor, öğretmen, din adamı, parti üyeleri vs) hapsedip yok etmekti. Ermenileri düşünen beyinlerden mahrum bırakıyorlardı. Ekseriyetle 18-45 yaş arasındaki genç Ermeni erkekleri sürgüne gönderiliyor ve yok ediliyordu. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ise mecburi göçe ve katliama maruz kalıyordu.

Ermeni halkının göç ettirilmesi ve katliamı 1914 sonu ile 1915 ilkbaharı ile başlar. Türk Devleti Ermeni ahalisini Ortadoğu’nun çöllerine sürgün ediyordu. Sürgün süresince Ermenilerin neleri varsa talan ediliyordu. Güzel kadınlar ve kızlar Müslümanların haremine götürülüyordu. Kürtlerin, çetelerin, polis ve askerlerin saldırılarına maruz kalıyorlardı. Yola devam edemeyenler öldürülüyordu.Sürgün yerine, sürgün edilenlerin %10’u ulaşıyordu; örneğin Trabzon’dan kovulmuş 3000 Ermeniden Halep’e 35 kişi ulaştı. Kalanı öldürüldü, ya da açlıktan, susuzluktan ve çeşitli hastalıklardan öldü. Güney şehirleri köle pazarlarına dönüşmüştü. Buralarda Ermeniler çok ucuza satılıyordu.Katliamlardan kurtulmak için çok sayıda Ermeni yurtlarını kendileri terketti. Kasım 1914’ten 1916’ya dek çoğunluğu kadın ve çocuk yüzbinlerce Ermeni, Rusya’ya, Doğu Ermenistan’a göçtüler. Katliamlar ve sürgün nedeniyle Batı Ermenistan, asıl sahibinden yani Ermeniler’den mahrum kaldı. (İstanbul ve İzmir’de yaşayan Ermeniler’in tamamı sürgün edilmedi.)

1915-1918 yılları arsında Jön Türklerin siyaseti soykırım olarak adlandırılmalıdır. Çünkü onların amacı Ermeni Milletinin kökünü kazımaktı. Osmanlı Türkiye’sinde yaşayan 2,5 milyon Ermeniden 1,5 milyonu öldürüldü ya da açlıktan, çeşitli hastalıklar yüzünden öldü. 200 bin Ermeni zorla Türkleştirildi. Vahşiler, imparatorluğun 66 şehir ve 2500 köyünün Ermeni ve Hristiyan halkını yok ettiler. 2350 kilise ve manastır, 1500 okul talan edildi ve yıkıldı. Osmanlılar; bankalardaki paralarına, onlara ait topraklara, çiftliklere, menkul ve gayrimenkullere el koydu.Türkiye tarafından, Ermeni sorununun çözümlenmesi amacıyla 1915-1923 yıllarında yapılan Ermeni soykırımının tanınması Ermeni milleti için prensip anlam taşımakladır. Soykırım olayının tanınmasıyla; Ermeni milletinin toprak taleplerinin ve uğratılan zarar tazminatının tanınması konuları ortaya çıkmaktadır.

GÜRCİSTAN

İlköğretim Tarih Kitaplarında;

Transkafkas sınırında Türklerin egemenliği olduğu sürece Gürcistan’da barış garanti değildi. Davit, Ağmaşenebeli komşu, kardeş ülkeleri (Ermenistan ve Şarvan’ı) Türklerden kurtarma mücadelesinde teşvik etti. Şarvan için uzun süren savaş 1124 yılında Gürcülerin zaferiyle sonuçlanmıştır.

1124 yılında Ermenilerin başkenti Anisi’nin ileri gelenleri gelip Kral Davit’ten şehirlerini Türklerden kurtarmak üzere yardım istediler. Üç gün süren savaşta Gürcü ve Ermeniler birlikte Anisi’nin Müslümanlarını yendiler.15 nci yüzyılın sonunda parçlanmış Gürcistan zor durumdaydı. Batıda Gürcistan’ın komşusu çok güçlü ve agresif Osmanlı Devleti oldu. Osmanlılar uzun savaşlar sonrası Gürcistan’ın eski komşusu Bizans’ı feth ettiler. 1453 yılında Konstantinepol’ü ele geçirdiler.

Kuzey ve güney Karadeniz sahillerini de feth ederek Gürcistan sınırlarına dayandılar. Böylece Gürcistan’ın batı ile olan bağları tamamıyla kopmuş, Barbar Osmanlı Devleti ile komşu olunmuştur.Osmanlıların teşviki ile Batı Gürcistan’da esir ticareti (yerel nüfusun yurtdışı pazarlarında, özellikle Osmanlı İmparatorluğunda, köle olarak satımı) gelişmekteydi.

SURİYE

İlköğretim Coğrafya Kitabında;

Toroslar’ın güneyinde yer alan Türkiye toprakları (Mersin ve Hatay) Suriye toprakları olarak gösterilmektedir.Osmanlı İşgali yaklaşık 400 yıl sürmüştür. Araplar, ülkelerinin hürriyetini çok sayıda şehit vererek sağlamışlardır. İngiliz ve Fransız işgalleri ise Suriye’nin kuzey bölgelerinin ve İskenderun sancağının zorla koparılmasına yardım etmiştir.Suriye ovalarının en genişi olan bu ova, Toros Dağları eteklerinden başlar ve Fırat Vadisi’ne kadar uzanır.105 nci sayfada "Suriye Nehirler Haritası"nda; Hatay, Suriye'ye dahil olarak gösterilmekte, Toros dağlarının güneyinde kalan bölge zorla koparılmış bölge olarak belirtilmektedir. 107 nci sayfada; "Asi Nehri" iç sular arasında sayılmaktadır.Fırat ve Dicle Nehirleri için "Ermeni yükseltilerinden doğmaktadır." açıklaması bulunmaktadır.

İlköğretim Tarih Kitabında;

Türkiye, nüfus çoğunluğunun Türklerden oluştuğu bahanesiyle İskenderun Sancağı’nı istiyordu. Fransa'da İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye'nin İtilaf Devletleri safında yer almasını sağlamak maksadıyla bu konuda Türkiye'yi cesaretlendiriyordu.Sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Cemiyet, nüfusun bu konudaki arzusunu belirlemek maksadıyla uluslararası bir komisyon gönderdi ve İskenderun Sancağı’nın Suriye'den ayrılarak, kendi egemenliğine sahip bir devlet olmasına, ancak dış ilişkilerde Suriye'ye bağlı kalmasına, Arapça ve Türkçenin resmi dil olarak kabul edilmesine karar verildi. Bu karar sancakta bulunan Arapların karşı koyması ve protestosu ile karşılandı ve her türlü takdire layık bir Arap mukavemeti oluştu. Fransa'nın sorunun Arapların lehine çözülmesine yardımı gerekirken, 23 Haziran 1939'da birliklerini İskenderun sancağından çekti ve Fransız birliklerinin yerini Türkler aldı. Vilayeti Türk Devletinin bir parçası haline getiren bu harekete muhalefete rağmen, İskenderun Sancağı Türk Devleti tarafından işgal edildi.

İlköğretim Coğrafya Kitabında;

“Tabiat Özellikleri” bölümünde “Başlıca orta seviyede yükseltiler; doğuda Ermeni yükseltileri, batıda Anadolu yükseltileridir.” 137 nci sayfada aynı konuda “Ülkede başlıca iki sıradağ uzanmaktadır: Bunlar kuzeyde Pontus Dağları, güneyde Toros Dağları’dır.” Açıklamaları yer almaktadır.İlköğretim Tarih Kitabında; Osmanlı Devleti ilim ve irfan devleti değil, bir savaşlar devleti olmuştur. Aynı zamanda yenilikçi ve planlı bir devlet olmamış, hareketsiz ve karışık bir devlet olmuştur. Bu ve benzeri bir çok sebeple Araplar Osmanlı işgali döneminde iktisadi olarak gerilemiştir.

ÜRDÜN

İlköğretim Coğrafya Kitabında;

Şematik olarak Arap dünyasının yağmur dağılımının gösterildiği bir haritada, Hatay’dan İskenderun ili olarak bahsedilmekte ve Suriye sınırları içinde gösterilmektedir.

İlköğretim Tarih Kitabında;

...İttihatçılar Şam'da bulunan Türk Ordu Komutanı olan Zeki HALEPİ Paşayı görevinden aldılar, bunun nedeni Zeki Paşanın Arap asıllı olmasıydı , onun yerine ittihatçı olan Cemal Paşayı göreve koydular, Cemal Paşa Araplara karşı çok yanlış politikalar uyguladı, Cemal Paşa aşırı güç ve şiddet kullandı, milletin mahsullerine el koydu, yeni vergiler uyguladı. Cemal Paşa bütün bunları Osmanlı Ordularının takviyesi için yaptı, çok sayıda Arap ailesini Anadolu'ya sürgün olarak gönderdi. Osmanlı Ordusunda hizmet veren Arap birliklerini tenha cephelere yolladı , bununla yetinmeyip Ağustos 1915 ve Mayıs 1916 tarihlerinde çok sayıda milliyetçi Arap’ı Şam ve Beyrut'ta astı.

İlköğretim Coğrafya Kitabında;Türkiye'nin Fırat Nehri üzerine dünyanın en büyük barajını yapması, Suriye ve Irak'a Fırat Nehri’nden giden suyun miktarını azaltmıştır. Türkiye bununda ötesine giderek suyun bazen petrolden daha pahalı olabileceğini açıklamıştır.

İlköğretim Tarih Kitabında;

Bölgede çıkartılan Arap isyanlarının nedenlerinin, Osmanlı askerlerinin ve yönetiminin halka kötü davranması, özellikle kadınları çalıştırması ve onlara kötü muamele yapması, aşiret şeyhlerine verilen paraların verilmemesi ve vergilerin artırılması olduğu yer almaktadır.

UKRAYNA

İlköğretim Tarih Kitaplarında;

Sırbistan ve Bulgaristan ile savaşan Bizans İmparatorluğu, bazen Osmanlılardan yardım istemekteydi. Türkler, boğazdan geçerek Balkan yarımadasına yağmacı akınları düzenlemeye başlamışlardır. Tarihçiler akınları şöyle değerlendirmektedirler: "Hırıstiyanlardan bazıları katledilmiş, bazıları da esarete alınmış, kalanlar ise açlık nedeniyle kitlesel olarak ölmekteydi

."Türklerin askeri kuvvetleri, Avrupa ülkelerinin ordularından sayısal olarak fazlaydı. Sultan ordusunun ana unsuru olan müteaddit süvari birikleri, sultandan hizmetleri karşılığında toprak alan askerlerden oluşmaktaydı. sultanın emrinde daimi piyade gücü de vardı: Yeniçeriler. Türkler, fethettikleri ülkelerde en güçlü erkek çocukları esarete alıp kendilerine Müslümanlığı kabul ettirmekte ve Hrıstiyanlara karşı kinle yetiştirmekteydi. Bu çocuklar, sultandan cömert maaş almakta ve hükümdarlarına sadakat göstermekteydi. 1453 yılında Bizans İmparatorluğunun varlığına son verilmiştir. Sultan, yağmalanmak üzere şehri üç günlük süre için askerlere devretmiştir. Muhafızların büyük kısmı katledilmiş, yaklaşık 60 bin insan köleliğe satılmıştır. Sultan büyük bir törenle şehre girmiştir. Kendisi Aya Sofya Kilisesi’ni ziyaret ederek bunun cami haline getirilmesini emretmiştir. Türkler tarafından İstanbul olarak adlandırılan Constantinopol, Osmanlı Devletinin başkenti olmuştur.Osmanlı İmparatorluğunun halkları, fatihlerin sert zulmüne maruz kalmışlardır. Müslüman olmayan her erkek, yaşından bağımsız olarak hazineye kişi başına belirli bir vergiyi ödemek zorundaydı. Bunun dışında Müslüman olmayanlar, kale, yol, köprü ve camilerin inşaatında ücretsiz olarak çalışmak zorundaydılar. Kendilerine at sürmek, silah taşımak veya Türklerden daha yüksek evleri yapmak yasaklanmıştır.Vergi ödemekle yükümlü nüfus, Osmanlı derebeyleri tarafından aşağılatıcı şekilde "raya" (sürü) olarak adlandırılmıştır.

Sultan tarafından askerlerine hizmetleri karşılığında verilen topraklarda, yerel köylülerin toprak sahibi lehine de bazı çalışma yükümlülükleri mevcuttu.Fatihlerin sert zulmüne rağmen Slav halkları, kültürünü, adetlerini ve dillerini muhafaza edebilmişlerdir.1535 yılında l nci Fransisk; Hristiyanların en korkunç düşmanı olan l nci Süleyman ile anlaşma yapmıştır. Fransa için elverişli ticaret anlaşmaları imzalanmış: Fransızlar, Osmanlı Imparatorluğuyla yapılan ticaret alanında bazı kolaylıklar elde etmiş, tüccar mülkiyetinin dokunmazlığı vaad edilmiş, Fransız gemilerinin tutuklanmaları ve denizcilerinin köle olarak satılması yasaklanmıştır.Müteakip yıl Fransa, Gabsburg'lara karşı müşterek hareketler konusunda Osmanlı Imparatorluğuyla mutabakat sağlamıştır.

V nci Carl'ın l nci Fransisk'ı "dinsiz köpekle" (Osmanlı ile) ittifak kurmakla suçladığı zaman Kral şu şekilde cevap vermiştir: "Sürümün kurt dişlerine düşmesini önlemek üzere köpeğin yardımından yararlandım ...

- Eh bizim bazı Osmanlı karalayıcı TÜRK geçinen yazarlarımızın yanında bunlar pek sönük kalsa da ! yine de insan demeden geçemiyor '' Bizde asıl zalimler böyle anlatılmıyor da bunların ne haddine ? '' Eh, unutmamak gerekir ki zamanında Osmanlı'ya karşı Haçlı Birliklerinde savaşanları Papa, '' Aziz '' kabul ediyordu ...

AZİZLER HALEN DE YOK DEĞİL... HATTA KANIMCA, DAHA DA FAZLA (!) .